Saturday, 30 November 2013

Tord Gustavsen Röportajı - 30 Kasım 2013, Ankara, Türkiye

Tord Gustavsen ile 30 Kasım 2013'te Ankara'da gerçekleşen muhteşem quartet konserinin ardından güzel bir röportaj yaptık. Albümlerini, doğaçlama hakkındaki düşüncelerini, ECM'i, Manfred Eicher'i, cazı ve müzik ile ilgili daha bir çok ilgi çekici konuyu konuştuk. 






F.E: Eğer İstanbul ve Ankara'yı kıyaslarsan, İstanbul'a göre Ankara'da neleri farklı gördün?

T.G: Aslında Ankara'yı o kadar da çok göremedim; ama ilk izlenimlerim İstanbul'un daha kaotik, büyük ve yoğun olduğu yönünde. Ancak ikisini de sevdim...

F.E: Şimdi izninle Türk Müziği ile ilgili temel bir soru sormak istiyorum. Sana "Türk Müziği" dediğimde aklına gelen ilk şey nedir?

T.G: Sanırım aklıma gelen ilk şey dönen bir Sufi'nin dansı. Çünkü bu aynı zamanda görsel bir hatıra benim için. İkinci sırada, ud sanatçıları, flüt, klarnet, ney geliyor. İsimlerini hatırlayamadığım bir sürü halk sanatçısı ile kayıtlarım var aslında. Bunun dışında, ECM'den ud sanatçısı Anouar Brahem ve klarnet sanatçısı Barbaros Erköse ile bir kaydımız var. Gerçekten de en sevdiğim ECM albümlerinden biridir bu.

F.E: O zaman, bakış açın ECM'den bildiğin müzisyenler üzerine kurulu diyebilir miyiz?

T.G: Evet, kısmen.

F.E: ECM dışında başka Türk müzisyen tanıyor musun?

T.G: Bir çoğunu dinledim; ama adlarını hatırlamıyorum.

F.E: Giriş seviyesi okuyuculara müzikal yapıların anlatıldığı bir müzik teorisi kitabında yazarın farklı bestelerin müzikal yapısını tariflerken mimari yapıları kullandığını gördüm. Örneğin, çok katlı büyük saraylar senfoniler için kullanılırken, bir bebop caz üçlüsü mütevazi bir Amerikan kır evine benzetilmekteydi bu kitapta. Peki sen bestelerini tarif etmek için hangi yapıyı seçerdin?

T.G: Bu gerçekten de iyi bir soru. Belki de bestelerin kendileri - çoğu - klasik tanımda besteden çok yazılmış şarkılar gibi. Bütün besteler melodik hareketlerin ve armonik manzaraların küçük hücrelerinden geliyor. Bazılarını oldukça basit - neredeyse sessiz - yapmayı severken bazılarında müzikal mimarinin daha geniş formlarını inşa ettik. Bunu spontane yapıyoruz; bu yüzden bir gün yaptığımız sadece dağlarda meditasyon yapabileceğiniz küçük bir mağara, diğer bir gün...

F.E: Modern Sanat Merkezi?

T.G: Evet, olabilir. Çok odalı bir sanat merkezi. Çünkü besteler bazen farklı bölümlerden oluşabiliyor - bazen odalardan biri eşliksiz bir bas solosu, diğeri ise geniş bir saksafon-piyano kolektif doğaçlaması haline geliyor ve ardından küçük hücreye geri dönebiliyoruz. Tabii ki benim için sessizliğe dokunabildiğiniz ve meditasyon yapabileceğiniz bir kilise, şapel veya küçük bir camidir bu sorunun cevabı. Bana göre müzik yapmanın en iyi metaforu budur ve bir çok şarkı için de böyle.          


F.E: Bu da müthiş bir cevap. Bir çok caz müzisyeni müziğini sunarken çok farklı konfigürasyonlar denemekte: solo, duo, trio, quartet... Senin durumunda vokal eşlikli bir duo, temel bir üçlü, saksafon eklentili bir dörtlü, ve vokal eklentili daha geniş bir topluluk görüyoruz. Sanırım bir caz müzisyeni olarak doğaçlama yapmayı seviyorsundur ve belki de doğaçlama cazın merkezinde durmakta. Doğaçlamaya bağlı olan gücünü ve dinleyiciye yüklediğin enerji seviyesini düşünürsek, hangi konfigürasyonda kendini daha rahat ve kendin gibi hissediyorsun?

T.G: Bu çok zor bir soru. Hissettiğim, her konfigürasyonun kendi özgünlüğüne sahip olduğu ve her konfigürasyonun bir kimliği veya doğaçlama özgürlüğü içerisindeki yaklaşımı kristalize etme ile açıklık veya ani değişimler arasında kendi dengesini bulduğu. Bu, kimlik oluşturma ile doğaçlama özgürlüğü arasındaki diyalogu devam ettirmekte. Bahsettiğim şey, farklı müzik gruplarında farklı yollardan oluşmakta ve bence bu çok etkileyici bir süreç. Gerçekten iyi düzenlemelerin ve her akşam benzer yollarla çalmanın güzel dengesini seviyorum ama aynı zamanda her gece farklı bir yol bulmanın özgürlüğüne de ihtiyacım var. Yani bu olabildiğince özgür olma meselesi değil. Bu özgürlük ve form veya özgürlük ve yapı arasında iyi bir sentez bulma meselesi. Bence quartet bunu yapmanın yollarından biri. Oldukça uzun süre neredeyse sadece trio çaldım ve bu önemli bir dönemdi. Ancak triomuzdaki basçımızın vefatından sonra, yeni bir basçı ile başka bir trio kurmak çok da doğru gelmedi bana. Bir süreliğine yeni bir enstrüman ekleyip yeni bir ses ortaya çıkarmanın daha doğru olduğunu düşündüm. Aslında dörtlünün basçısı Mats Eilertsen ile gelecek yıl çıkacak olan albüm dahilinde bazı trio besteler de çaldık. Yani, piyano üçlüsüne dönüş var gibi. Bu albüm trio ile başlayıp, trio ile sona eriyor. Bunun ötesinde, bir müzisyen olarak kalbimde karşılıklı duo müzik çalımının olduğunu düşünüyorum. Duo'da gerçekleştirilebilen zamanın esneyebilmesi olgusu benim için çok temel bir tutku.

F.E: Duoları sadece Solveig Slettahjell gibi vokaller ile mi gerçekleştirdin?

T.G: Evet, duolarımın çoğu vokallerleydi - Siri Gjære, Kristin Asbjørnsen ve şimdi Solveig Slettahjell – ama aynı zamanda Tore Brunborg ve bir kaç diğer enstrümanistle de duo çalışmalarım oldu.

F.E: Sanırım aynı zamanda Silje Neergard ile de çalışmalarınız var. Bütün çalışmalarını göz önünde bulundurduğumda Silje Neergard ile olan çalışmalarını cazdan daha çok biraz daha popüler ve eğlence tarafında gördüğümü söyleyebilirim. Silje ile olan çalışmalarını sen nasıl değerlendiriyorsun?

T.G: Benim için çok önemli bir dönemdi; uluslararası etkiye sahip olan ilk grup çalışmamdı. Dünyanın bir çok yerinde bir sürü tur, size kısa bir süre için verilen yeri değerlendirme yeteneği ve tam orada o sırada bir şeyler söyleyebilmek... Oradaki kısa piyano soloları... Benim için bunu yapmak ve bir şeyi doğrudan söyleyebilmeyi öğrenmek çok önemliydi. Bu konunun bir yönü. Başka bir önemli yön ise, Silje gerçekten çok iyi orta tempo besteler ve baladlar yazar. Bu nedenle her ne kadar albümümde Kristin Asbj
ørnsen için yazdığım veya Solveig ile yaptığım besteler kadar kalbime yakın hissetmesem de onun bestelerini gerçekten severim. Ancak hızlı parçalara geldiğimizde, ben müzikal enerjiyi düşük hızlardan başlayarak kurmayı seviyorum. Bu enerji sessizlikten gelmeli. İşte o zaman en yukarıya kadar çıkabiliyorum ve bu Silje'nin tarzı değildi; onun hızlı tempodaki eserleri belki de biraz eğlence tarafında.

F.E: Ama Solveig ile olan çalışmaların tümden farklı. İkiniz de kilise kültüründen geliyorsunuz. Bence beraber çalışırken kendinizi evde, hatta çocukluğunuzda hissediyorsunuz.

T.G: Ah, evet!

F.E: Ve sanırım, bir önceki albüm Natt i Bethlehem ve yeni albüm Arven'de Solveig ile beraber Norveçli trompet sanatçısı Sjur Miljeteig de sizinle beraberdi.

T.G: Evet; ama sadece bir kaç parçada. Bunun yanında müthiş bir keman sanatçısı olan Norveçli Nils Økland da bu yeni albümde bir kaç parçada bizimle beraberdi.

F.E: Peki bu albümler daha uluslararası bir firmadan çıkacak mı?

T.G: Zannetmiyorum, çünkü bütün sözler Norveççe.

F.E: Norveçli müzisyenlerin uluslararası firmalardan çıkmayan albümlerini bulmaya çalıştığımda genellikle “Curling Legs” adı karşıma çıkıyor. Bu firmanın albümlerini özellikle Türkiye'de bulmak oldukça zor. Senin Curling Legs'ten albüm çıkarıp çıkarmadığını bilmiyorum; ama bana biraz bu firmadan ve Norveç ile olan ilişkisinden bahsedebilir misin?

T.G: Aslında benim hiç kaydım yok onlardan; ama bir çok insanın var. Az sayıda önemli ve çok iyi Norveçli kaydın yapılmasına yardımcı oldular.

F.E: Yani ticari bir firma değiller.

T.G: Değiller ve ne kadar iyi bir uluslararası dağıtım mekanizmaları olduğu konusunda da bilgim yok. Solveig'in ACT firmasındaki bazı eserlerinin lisansı bu firmada. Bu ilk kayıtlar Norveç'te Curling Legs'ten yayımlanmıştı.

F.E: Peki, senin ECM öncesinde Norveç'te herhangi bir firmadan kaydın çıkmış mıydı?

T.G: Benim adım altında bir albüm yok. Başka projelerde bir kaç firma üzerinden bazı kayıtlarım var. Changing Places benim adıma olan ilk albüm ve ECM'den çıktı.

F.E: Bu soru Manfred Eicher ile ilgili olacak. Sanırım ECM firmasının filmi “Sounds and Silence”ı biliyorsundur. Bu filmde bir çok muhteşem ECM müzisyeninin kayıtlar sırasında yaşadığı anlardan da çeşitli sahneler var ve ben bu filmde Manfred Eicher'in müzik kaydetmedeki müthiş obsesyonunu gördüm. ECM müzisyenlerinden Nik Bärtsch'ın da sıkı takipçisiyim ve filmde Nik Bärtsch’s Ronin'in stüdyo kayıtları sahnelerinde Manfred Eicher'in perküsif bir vuruşun nerede başlaması gerektiğini gösterdiğini gördüm. Sanki zamanlama hususunu öğretir gibiydi. Çaldığın müziği göz önünde bulundurduğumda - düşük seviyede, kuyruğu olan, solan ve birbirini bekleyen seslerden kurulu - bence Manfred Eicher'in ses obsesyonu ile çok uyumlusun. Birbirinizi nasıl buldunuz? Sence Manfred senin müziğini kaydedecek en iyi prodüktör mü?

T.G: Bu büyük bir soru! Çoğunu kendi kendimize kaydettiğimiz ilk albümü aslında ilk başta ECM uyumlu bir albüm olarak görmemiştim. Çünkü o sıralar çokça Karayip Müziği ve blues kayıtları dinlemekteydim ve bence trio ile yaptığımız bu ilk işte, bunlardan bazı şeyler bulmak mümkündü. İşte bundan dolayı bu iş ECM'e uymamıştı bence. Ama kaydetmenin de vaktinin geldiğini düşünmüştüm ve bunu Oslo'da Rainbow Stüdyoları'nda gerçekleştirdik. Bir hafta sonra Manfred, aynı stüdyoya başka bir kayıt için gelmişti. Ses mühendisi, Changing Places kayıtlarımızdan bir tanesini Manfred'e çalmış. Süreç, sonrasında Manfred'in beni araması ve albümü yayımlamak istemesi şeklinde devam etti. Geçmişten bugüne baktığımda, estetik anlayışımızın ve çalışımızın, ECM tarihinin bazı parçaları ile rezonans halinde olduğunu ve aynı zamanda ayrı bir yol da ortaya koyduğunu görüyorum.

F.E: Bu albümde her şey ilk kaydedildiği versiyonu ile aynı mı kaldı?

T.G: Stüdyo'da buluştuktan sonra bir kaç parça daha çaldık ve miksajı beraber gerçekleştirdik. İlginç olan takip ettiğimiz müzikal yöndü. Manfred gerçekten bu yönü görmemize yardım etti ve hatta gereksiz hızlı tempo parçalardan ve "Arada hızlı bir parça çal ve dinleyiciyi çok da sıkma." düşüncesinden gelen özgün olmayan kontrastlardan sıyrılmamızı sağlayarak durumu daha da açık hale getirdi. Bu çekirdeğe doğru yol alma ve asıl olanı bulma meselesi. Sadece hissettiklerinizden yola çıkarak çalma çabası gerçek bir mesaj ki burada çok önemli şeyler söyleyebilirsiniz. Size gerekli ve hayati olarak görüneni çalma çabası... Manfred "Bu hızlı tempo parçalar... Bunlar iyi müzik; ama burada çok da hayati değiller. Bunları buradan çıkaralım. Kayıt sadece yavaş olanlardan oluşursa genel olarak daha güçlü olacak" dedi. Ve sonrasında bu gerçekten de müthiş ve şaşırtıcı oldu. Temel olduğunu hissettiğiniz şeyi çalmak… Biz zaten bu doğrultuda gidiyorduk ve ben gerçekten de "biz yavaş parçalar kaydetmeliyiz" diye hissediyordum. Ama bunun aslında bütün her şey olduğunu anlamam gerekiyordu. Ne çeşit dinamikler, ne çeşit kontrastlar veya ne çeşit bir müzikal drama, doğru hissettirecek, içten ve zorlama olmayan bir his uyandıracak, görmeliydik. Ancak ikinci albümden sonra işler genellikle diğer yoldan ilerledi. Manfred sık sık, biz ne kadar basit çalsak da, iniş çıkışları ve dinamikleri teşvik etti. Böylece Manfred’in farklı bir pozisyonu oldu ve müziğimize dışarıdan bakan bir göz oldu. Bu kendimize ve konseptimize meydan okumamız için oldukça faydalıydı.

F.E: Çok mu satmaya çalışıyordu yoksa sizden ne duymak istiyorsa onu mu duymaya çalışıyordu?

T.G: Orada, o an neden hoşlanıyorsa onu duymak istiyordu.

F.E: Peki, dinleyiciyi etkilemek için mi?

T.G: Öyle inanıyorum ki sadece kendisini dinleyici olarak düşünüyor. Ama kayıtla işimiz bittiğinde sipariş sayısını düşünürken "bu iyi bir albüm başlangıç parçası" diyor olabilir. Bilemiyorum; düşünceleri arkada bir yerde ona "belki bir çok insan bunu çok sever" diyordur. Aslında bize bir önceki albümümüzün ikinci parçası olarak garip seslerle dolu tamamen doğaçlama bir eser önerdi ve bu yapabileceğiniz en ticaretten uzak şey. Temel olarak bir albümü parçaları tek tek dinlenecek bir ürün yerine baştan sona dinlenmesi gereken müzikal bir yolculuk olarak görüyor. 

F.E: Sanırım hiç bir müzisyen için genel kurallarını yıkmıyor. Bence Manfred, bir müzik dinleyicisi bir ECM albümü aldığında, hep o alıştığı müzikal yolculuğu yaşasın istiyor

T.G: Evet.

F.E: Sanırım bu güzel röportaja sabaha kadar devam edebiliriz ancak bir yerlerde durmamız gerekiyor. Son olarak, Türkiye'nin özellikle büyük şehirlerindeki kaotik ve hızlı hayatı, Norveç'teki dingin ve yavaş hayatla kıyasladığında, sence Türk dinleyicisinin senin müziğini bu kadar sevmesi garip midir? Bu çelişki hakkında ne düşünüyorsun?

T.G: Bence garip değil; dokunaklı. Bir açıdan bakıldığında müzik yerelleşmiş bir şey; ama aynı zamanda çok küresel bir dil ve dünyanın bir çok bölgesinin halk şarkıları arasında mod ve ölçü benzerlikleri var. Örneğin son günlerde Persli bir müzisyene karşı anlık bir bağlantı hissettim. Bunun dışında da müthiş bir İranlı şarkıcı ile çalıyorum. Bir açıdan kültürel olarak uzak; ama aynı zamanda o kadar doğal hissediyorsunuz ki... Büyük ihtimalle karşınızdakinin içinizde çok derinde bir şey ile rezonans halinde olduğundan veya bütün dinlerin tasarlanmış geleneklerinden dolayı böyle oluyor: Sufi, meditasyonlar, halk müziği teması üzerine kurulu olan Norveç ilahileri.

F.E: Ulusların üstünde bir şey yani…

T.G: Evet. Bunun yanında, sessizlik ve her sesi temizce duymak günümüz modern dünyasında bir çok insanın hasret kaldığı bir şey. Eğer büyük bir şehirde yaşıyorsanız bunu bulmanız çok zor.

F.E: Ses ve Sessizlik…

T.G: Evet ve biz kesinlikle sessizliğin de notalar kadar önemsenebilmesine olanak yaratma çabası içerisinde görev sahibiyiz.

F.E: Muhteşem. Belki de bu yüzden evim, bu gürültülü ve kalabalık şehrimde her zaman kaçıp saklandığım ve sizin müziğinizi dinlediğim yer olmuştur. Bu güzel röportaj ve konserdeki muhteşem performans için teşekkür ederim. Bence, sen ve arkadaşların sayesinde bu sene, Ankara Nordik Müzik Festivali için iyi bir başlangıç oldu.

T.G: Müziğimize olan ilgin için teşekkür ederim, çok dokunaklı.  







Wednesday, 27 November 2013

Tord Gustavsen Interview - October 30th 2013, Ankara, Turkey

We have made a nice interview with Tord Gustavsen after his wonderful quartet concert in Ankara Nordic Music Festival, Turkey on October 30th, 2013. We had talked about his albums, ideas about improvisation, ECM, Manfred Eicher and many more interesting subjects related with jazz and music.



F.E: If you compare two cities, İstanbul and Ankara, what did you see differently in Ankara than İstanbul?

T.G: Now, I really didn't get to see much of Ankara but the first impression was that İstanbul is more chaotic, larger and even more intense. But I like them both...

F.E: Now let me start with a basic question about Turkish music. What is the first thing that emerges in your mind when I tell you Turkish music?

T.G: I think the first thing that comes to my mind is the swirling Sufi dance. Because that's also a visual memory. Second one is oud players, flutes, clarinets, ney (reed) flute. I have several recordings with folk musicians whose names I don’t remember. And I have one recording on ECM with oud player Anouar Brahem and clarinet player Barbaros Erköse. That's one of my really favourite ECM recordings.

F.E: Then your perspective is build up on musicians you know from ECM.

T.G: Yes, partly.

F.E: Do you know any other Turkish musicians besides ECM?

T.G: I have listened to many but I really do not remember names.

F.E: In a music theory book that is trying to explain types of musical structures to beginners, I have seen that the author has used buildings to symbolize different types of musical structures in compositions. For instance big palaces with many stages are used to describe symphonies, while a bebop jazz trio composition resembles to a modest American cottage house. Now which type of the building would you choose to describe your compositions?

T.G: Wow, that’s a good question. Maybe the compositions themselves – most of them are like – it’s more like song writing than composing in the classical sense of the world. All the tunes come from small cells of melodic movements and harmonic landscapes. Some of them we just do like that very almost simplistic, very silent, whereas others, we build larger forms of musical architecture – we do that spontaneously - so one thing can be like just a small cave for meditation in mountains one day, the next day it can be…

F.E: Contemporary art centre?

T.G: Yeah, it can be that, it can be an art centre with many rooms. Because sometimes the tunes get like different sections – there may be an unaccompanied bass solo which is one room and a large saxophone-piano collective improvisation doing another’s room and we come back to the small cell. To me, of course, the church or the chapel or the small mosque where you really can get in touch with the stillness and meditate. That’s the best metaphor for playing music to me and it’s the best metaphor for most of the songs too.             

F.E: And that’s a great answer. Many jazz musicians are trying different configurations to present their music: solo, duo, trio, quartet... In your case we see many different configurations: duo with a vocal, a basic trio, quartet with the saxophone added and an ensemble with a vocal. As a jazz musician I think you like to improvise and improvisation is at the centre of jazz. Considering your improvisational power and the level of the energy you are uploading to the audience, in which configuration do you feel yourself more comfortable and more like you? 

T.G: It's a very difficult question. What I feel is each configuration has its own uniqueness and finds its own balance between crystallizing an identity or approach with the freedom of improvisation and openness or spontaneous change. So this continues the dialogue between forming identity and allowing always improvisation. That happens in different ways in different bands, and to me it's a very fascinating process. I really like the groundedness of good arrangements, of doing things in similar ways night after night, but I also need the freedom of finding new ways every night. So it is not a matter of being as free as possible, it's a matter of really finding a good synthesis of freedom and structure or freedom and form. So I think the quartet has one way of doing that. For number of years I played almost only trio and that was a very important phase. But after the bass player in our trio passed away, it did not feel right to just make another trio with a new bass player. It felt much more right to include another instrument and make another kind of sound for a while. We do play some trio tunes with the quartet bass player Mats Eilertsen on the album that comes out next year, though. This album starts in trio and ends in trio. So we have like a returning to the piano trio. Furthermore, I think that duo interplay is very much at the heart of me as a musician. It's very intimate. The stretching of time that you can do in a duo is a very fundamental passion for me.

F.E: Did you do the duos only with vocals, with Solveig Slettahjell?

T.G: Yes, most of my duos have been with vocals – with Siri Gjære, Kristin Asbjørnsen and now Solveig Slettahjell – but I have also played in duo with Tore Brunborg and couple of other instrumentalists.

F.E: I think you also have works with Silje Neergard. Considering all of your works I can say that the ones with Silje Neergard are a little bit on the popular and entertainment side more than jazz. What do you think about your works with Silje?

T.G: It was a very important phase for me, it was the first band I did that got real international exposure, lots of touring around the world and the skill of taking any spot that you are offered for a short period of time and say something important there and then. These short piano solos there they were... It was really important for me to do that and to learn how to say something right away. That's one thing. Another very good thing is that Silje writes really good mid-tempo tunes and ballads. So I really liked her tunes even though they are not as close to my heart as the tunes I wrote for Kristin Asbjørnsen on my own album, or the tunes I do with Solveig. And when it comes to up-tempo playing, I like to build musical energy from the low. It has to come from silence. That’s when I can go all the way up. And this was not Silje’s way – her up-tempo thinking was perhaps more on the side of entertainment.

F.E: But your works with Solveig are totally different. Both of you are coming from Church. I think you really feel like at home, maybe at your childhood together.

T.G: Oh, yes!
 

F.E: And I think, besides Solveig, Sjur Miljeteig, the trumpet player from Norway, was with you during the recording of Natt i Bethlehem as well as in the new album Arven.

T.G: Yes, but only on a couple of tunes for this last album. Also the brilliant violin player Nils Økland is on that album in couple of tunes.

F.E: Were you planning to release these albums over more international labels?

T.G: Not really because they are mainly in Norwegian lyrics.

F.E: While I was trying to find albums of Norwegian musicians that are not released over international music labels I generally see the name “Curling Legs” whose albums are hard to find especially in countries such as Turkey. I am not sure whether you have any record from them but can you tell us about this record label and its relation with Norway?

T.G: I actually never recorded for them but many people did. They helped facilitate quite a few important and very good Norwegian recordings.

F.E: And they are not a commercial label?

T.G: No and I don’t know how well they are distributed internationally. They did licence some of Solveig’s things on ACT. Those first records were on Curling Legs in Norway.

F.E: Did you have records from another label from Norway before ECM?

T.G: Not under my own name. I have recorded with other projects for a couple of other labels. Changing Places is the first album under my name, and that was on ECM.

F.E: This question will be about Manfred Eicher. I guess you know the movie “Sounds and Silence” of ECM. There are many wonderful scenes from recording sessions of several wonderful ECM musicians and in this movie I saw Manfred Eicher’s wonderful obsession in recording music. I am also a fan of Nik Bärtsch’s Ronin, who is another fantastic pianists of the label. During Nik Bärtsch’s Ronin’s scenes from the studio, as far as I have seen there are parts where Manfred Eicher is showing to the musicians where the sound of a percussive kick should be started. He looks like trying to teach the timing. Considering the style of the music you play – low level records full of many sounds with tails and sounds waiting each others to fade -  I think you are very suitable with Manfred Eicher’s obsession in sound. How did you find each other? Do you really think Manfred is the best producer to record your music.

T.G: That’s a big question! For the first album, most of which we recorded on our own, I didn’t really think at first that it would fit on ECM, because at the time I was listening a lot more to Caribbean music, to old blues recordings and I thought that what we did with the trio had a lot of that in it, and it didn’t fit with ECM. But I felt it was time to record it, and we did it in Rainbow Studios in Oslo. Manfred came there to record something else a week after. The engineer played one track from our session of Changing Places. And then Manfred called me up and he wanted to release it. I was surprised. But in retrospect I see that our aesthetics and our playing resonates well with parts of the ECM history while also forming a separate path there.

F.E: Was everything exactly the same with the album’s first recorded version? Nothing touched to it?

T.G: We met in the studio and recorded a couple of more tunes and mixed it together. What was really interesting was the musical direction we were heading. Manfred was really important in helping us see that direction and make it even clearer, stripping away all kinds of unnecessary up-tempo tunes or un-authentic contrasts coming from thinking that “Oh, you need to play a fast song every now and then not to bore the audience…” It’s a matter of going for the core, trying to find the essence. Trying to play only from what you feel is a real musical message where you can say something important. Trying to play what feels essential... Manfred said “These couple of up-tempo tunes… They are good music but they are not essential here, let’s just take them out, the record as a whole get stronger when we do only the slow tempos. And then that was really “Wow”. We were already going in that direction because I really felt “we need to start to record slow.” But I needed to realize that this could actually be the whole thing. And then we need to see what kind of dynamics, what kind of contrasts or what kind of musical drama will feel right, will feel really coming from within, will feel like not being forced. But after that – from the second album onwards – it’s mostly been the other way round. Manfred often encourages ‘waves’ and dynamics when we are playing in a very simplistic way. So he takes another position and introduces a kind of outside eye to the music that is really helpful to make us challenge ourselves and our concepts.

F.E: Was he trying to sell more or just to hear what he wants to hear from you?

T.G: He only wants to hear what he gets a kick out of right there and then.

F.E: To impress the audience?

T.G: I believe he is only thinking of himself as a listener. But when we are done with the recording and are thinking about the order, he might say “this is a good starting song.” I don’t know, in the back of his head it might say “maybe many people will like this song.” But at the same time he suggested a totally improvised piece with lots of weird sounds as track number 2 on previous album – and that’s probably one of the least commercial thing you can do.. And basically, he thinks about the album as a musical journey where you get much more from hearing it from beginning to end than hearing the tracks separately.

F.E: And I think he never wants to break his general rules for any musicians: whenever a music listener buy an ECM album, Manfred, I think, wants him/her to listen what he/she gets used to: a musical journey.

T.G: Yes.

F.E: I think we can continue this beautiful interview all night but we should stop at a point. Lastly, considering the fast and a little bit chaotic life style of people especially in big cities of Turkey and Norway’s life which is in slow tempo and dignity, do you think it is strange that Turkish listeners love to listen to your music? What do you think about that contradiction?

T.G: No it is not strange but touching. In one way the music is localized, but it is also a very global language and lots of scales or modes are similar between folk music from different parts of the world. I feel an instant connection myself these days to for example Persian music, I play with a fantastic Iranian singer sometimes. In one way it is culturally far away, but it just feels very natural. It’s probably because it resonates with something which is already deep inside, or the contemplated traditions of all religions: the Sufi, the meditations, the folk music based hymns from Norway…

F.E: It is something over nations…

T.G: Yes and the need for concentration and stillness of hearing every sound very clearly is something that many many people in modern day life feel longing for. If you live in a big city it is difficult to find it.

F.E: Sounds and Silence…

T.G: Yes and we are definitely a part of that mission to try to bring that possibility to people to make every note count and make the silence count just as much as the notes.
 


F.E: Wonderful. Maybe that’s why home is always the place for me in this noisy and crowded city to run and hide and listen to your music. Thanks for this nice interview and your wonderful performance tonight at the concert. I think, thanks to you and your musician friends, this year – being the first-  happened to be a wonderful start for Ankara Nordic Music Festival.

T.G: Thanks for all your interest in our music, it is touching. 



Buying An Album Is A Good Thing


Buying an album is a good thing. Do it for yourself and in my humble opinion, if there is a chance and if you are living in a city where you can find nice record stores, go to these places to talk to people like you about music. Then come back home, put them into your CD player or onto your turntable - take a drink - invest some of your time in your soul and the beauty in magic series of differences in sound pressure levels. If we miss the old times when the music was great then we should behave like the great music listeners of old times, who have nothing called TV. Respect not only in musicians, respect also in your soul and the universe that gave you the chance to experience a dream when you are awake. You are not wasting your water, you are not wasting your food. Then what is the point in wasting your soul?