Saturday, 30 November 2013

Tord Gustavsen Röportajı - 30 Kasım 2013, Ankara, Türkiye

Tord Gustavsen ile 30 Kasım 2013'te Ankara'da gerçekleşen muhteşem quartet konserinin ardından güzel bir röportaj yaptık. Albümlerini, doğaçlama hakkındaki düşüncelerini, ECM'i, Manfred Eicher'i, cazı ve müzik ile ilgili daha bir çok ilgi çekici konuyu konuştuk. 






F.E: Eğer İstanbul ve Ankara'yı kıyaslarsan, İstanbul'a göre Ankara'da neleri farklı gördün?

T.G: Aslında Ankara'yı o kadar da çok göremedim; ama ilk izlenimlerim İstanbul'un daha kaotik, büyük ve yoğun olduğu yönünde. Ancak ikisini de sevdim...

F.E: Şimdi izninle Türk Müziği ile ilgili temel bir soru sormak istiyorum. Sana "Türk Müziği" dediğimde aklına gelen ilk şey nedir?

T.G: Sanırım aklıma gelen ilk şey dönen bir Sufi'nin dansı. Çünkü bu aynı zamanda görsel bir hatıra benim için. İkinci sırada, ud sanatçıları, flüt, klarnet, ney geliyor. İsimlerini hatırlayamadığım bir sürü halk sanatçısı ile kayıtlarım var aslında. Bunun dışında, ECM'den ud sanatçısı Anouar Brahem ve klarnet sanatçısı Barbaros Erköse ile bir kaydımız var. Gerçekten de en sevdiğim ECM albümlerinden biridir bu.

F.E: O zaman, bakış açın ECM'den bildiğin müzisyenler üzerine kurulu diyebilir miyiz?

T.G: Evet, kısmen.

F.E: ECM dışında başka Türk müzisyen tanıyor musun?

T.G: Bir çoğunu dinledim; ama adlarını hatırlamıyorum.

F.E: Giriş seviyesi okuyuculara müzikal yapıların anlatıldığı bir müzik teorisi kitabında yazarın farklı bestelerin müzikal yapısını tariflerken mimari yapıları kullandığını gördüm. Örneğin, çok katlı büyük saraylar senfoniler için kullanılırken, bir bebop caz üçlüsü mütevazi bir Amerikan kır evine benzetilmekteydi bu kitapta. Peki sen bestelerini tarif etmek için hangi yapıyı seçerdin?

T.G: Bu gerçekten de iyi bir soru. Belki de bestelerin kendileri - çoğu - klasik tanımda besteden çok yazılmış şarkılar gibi. Bütün besteler melodik hareketlerin ve armonik manzaraların küçük hücrelerinden geliyor. Bazılarını oldukça basit - neredeyse sessiz - yapmayı severken bazılarında müzikal mimarinin daha geniş formlarını inşa ettik. Bunu spontane yapıyoruz; bu yüzden bir gün yaptığımız sadece dağlarda meditasyon yapabileceğiniz küçük bir mağara, diğer bir gün...

F.E: Modern Sanat Merkezi?

T.G: Evet, olabilir. Çok odalı bir sanat merkezi. Çünkü besteler bazen farklı bölümlerden oluşabiliyor - bazen odalardan biri eşliksiz bir bas solosu, diğeri ise geniş bir saksafon-piyano kolektif doğaçlaması haline geliyor ve ardından küçük hücreye geri dönebiliyoruz. Tabii ki benim için sessizliğe dokunabildiğiniz ve meditasyon yapabileceğiniz bir kilise, şapel veya küçük bir camidir bu sorunun cevabı. Bana göre müzik yapmanın en iyi metaforu budur ve bir çok şarkı için de böyle.          


F.E: Bu da müthiş bir cevap. Bir çok caz müzisyeni müziğini sunarken çok farklı konfigürasyonlar denemekte: solo, duo, trio, quartet... Senin durumunda vokal eşlikli bir duo, temel bir üçlü, saksafon eklentili bir dörtlü, ve vokal eklentili daha geniş bir topluluk görüyoruz. Sanırım bir caz müzisyeni olarak doğaçlama yapmayı seviyorsundur ve belki de doğaçlama cazın merkezinde durmakta. Doğaçlamaya bağlı olan gücünü ve dinleyiciye yüklediğin enerji seviyesini düşünürsek, hangi konfigürasyonda kendini daha rahat ve kendin gibi hissediyorsun?

T.G: Bu çok zor bir soru. Hissettiğim, her konfigürasyonun kendi özgünlüğüne sahip olduğu ve her konfigürasyonun bir kimliği veya doğaçlama özgürlüğü içerisindeki yaklaşımı kristalize etme ile açıklık veya ani değişimler arasında kendi dengesini bulduğu. Bu, kimlik oluşturma ile doğaçlama özgürlüğü arasındaki diyalogu devam ettirmekte. Bahsettiğim şey, farklı müzik gruplarında farklı yollardan oluşmakta ve bence bu çok etkileyici bir süreç. Gerçekten iyi düzenlemelerin ve her akşam benzer yollarla çalmanın güzel dengesini seviyorum ama aynı zamanda her gece farklı bir yol bulmanın özgürlüğüne de ihtiyacım var. Yani bu olabildiğince özgür olma meselesi değil. Bu özgürlük ve form veya özgürlük ve yapı arasında iyi bir sentez bulma meselesi. Bence quartet bunu yapmanın yollarından biri. Oldukça uzun süre neredeyse sadece trio çaldım ve bu önemli bir dönemdi. Ancak triomuzdaki basçımızın vefatından sonra, yeni bir basçı ile başka bir trio kurmak çok da doğru gelmedi bana. Bir süreliğine yeni bir enstrüman ekleyip yeni bir ses ortaya çıkarmanın daha doğru olduğunu düşündüm. Aslında dörtlünün basçısı Mats Eilertsen ile gelecek yıl çıkacak olan albüm dahilinde bazı trio besteler de çaldık. Yani, piyano üçlüsüne dönüş var gibi. Bu albüm trio ile başlayıp, trio ile sona eriyor. Bunun ötesinde, bir müzisyen olarak kalbimde karşılıklı duo müzik çalımının olduğunu düşünüyorum. Duo'da gerçekleştirilebilen zamanın esneyebilmesi olgusu benim için çok temel bir tutku.

F.E: Duoları sadece Solveig Slettahjell gibi vokaller ile mi gerçekleştirdin?

T.G: Evet, duolarımın çoğu vokallerleydi - Siri Gjære, Kristin Asbjørnsen ve şimdi Solveig Slettahjell – ama aynı zamanda Tore Brunborg ve bir kaç diğer enstrümanistle de duo çalışmalarım oldu.

F.E: Sanırım aynı zamanda Silje Neergard ile de çalışmalarınız var. Bütün çalışmalarını göz önünde bulundurduğumda Silje Neergard ile olan çalışmalarını cazdan daha çok biraz daha popüler ve eğlence tarafında gördüğümü söyleyebilirim. Silje ile olan çalışmalarını sen nasıl değerlendiriyorsun?

T.G: Benim için çok önemli bir dönemdi; uluslararası etkiye sahip olan ilk grup çalışmamdı. Dünyanın bir çok yerinde bir sürü tur, size kısa bir süre için verilen yeri değerlendirme yeteneği ve tam orada o sırada bir şeyler söyleyebilmek... Oradaki kısa piyano soloları... Benim için bunu yapmak ve bir şeyi doğrudan söyleyebilmeyi öğrenmek çok önemliydi. Bu konunun bir yönü. Başka bir önemli yön ise, Silje gerçekten çok iyi orta tempo besteler ve baladlar yazar. Bu nedenle her ne kadar albümümde Kristin Asbj
ørnsen için yazdığım veya Solveig ile yaptığım besteler kadar kalbime yakın hissetmesem de onun bestelerini gerçekten severim. Ancak hızlı parçalara geldiğimizde, ben müzikal enerjiyi düşük hızlardan başlayarak kurmayı seviyorum. Bu enerji sessizlikten gelmeli. İşte o zaman en yukarıya kadar çıkabiliyorum ve bu Silje'nin tarzı değildi; onun hızlı tempodaki eserleri belki de biraz eğlence tarafında.

F.E: Ama Solveig ile olan çalışmaların tümden farklı. İkiniz de kilise kültüründen geliyorsunuz. Bence beraber çalışırken kendinizi evde, hatta çocukluğunuzda hissediyorsunuz.

T.G: Ah, evet!

F.E: Ve sanırım, bir önceki albüm Natt i Bethlehem ve yeni albüm Arven'de Solveig ile beraber Norveçli trompet sanatçısı Sjur Miljeteig de sizinle beraberdi.

T.G: Evet; ama sadece bir kaç parçada. Bunun yanında müthiş bir keman sanatçısı olan Norveçli Nils Økland da bu yeni albümde bir kaç parçada bizimle beraberdi.

F.E: Peki bu albümler daha uluslararası bir firmadan çıkacak mı?

T.G: Zannetmiyorum, çünkü bütün sözler Norveççe.

F.E: Norveçli müzisyenlerin uluslararası firmalardan çıkmayan albümlerini bulmaya çalıştığımda genellikle “Curling Legs” adı karşıma çıkıyor. Bu firmanın albümlerini özellikle Türkiye'de bulmak oldukça zor. Senin Curling Legs'ten albüm çıkarıp çıkarmadığını bilmiyorum; ama bana biraz bu firmadan ve Norveç ile olan ilişkisinden bahsedebilir misin?

T.G: Aslında benim hiç kaydım yok onlardan; ama bir çok insanın var. Az sayıda önemli ve çok iyi Norveçli kaydın yapılmasına yardımcı oldular.

F.E: Yani ticari bir firma değiller.

T.G: Değiller ve ne kadar iyi bir uluslararası dağıtım mekanizmaları olduğu konusunda da bilgim yok. Solveig'in ACT firmasındaki bazı eserlerinin lisansı bu firmada. Bu ilk kayıtlar Norveç'te Curling Legs'ten yayımlanmıştı.

F.E: Peki, senin ECM öncesinde Norveç'te herhangi bir firmadan kaydın çıkmış mıydı?

T.G: Benim adım altında bir albüm yok. Başka projelerde bir kaç firma üzerinden bazı kayıtlarım var. Changing Places benim adıma olan ilk albüm ve ECM'den çıktı.

F.E: Bu soru Manfred Eicher ile ilgili olacak. Sanırım ECM firmasının filmi “Sounds and Silence”ı biliyorsundur. Bu filmde bir çok muhteşem ECM müzisyeninin kayıtlar sırasında yaşadığı anlardan da çeşitli sahneler var ve ben bu filmde Manfred Eicher'in müzik kaydetmedeki müthiş obsesyonunu gördüm. ECM müzisyenlerinden Nik Bärtsch'ın da sıkı takipçisiyim ve filmde Nik Bärtsch’s Ronin'in stüdyo kayıtları sahnelerinde Manfred Eicher'in perküsif bir vuruşun nerede başlaması gerektiğini gösterdiğini gördüm. Sanki zamanlama hususunu öğretir gibiydi. Çaldığın müziği göz önünde bulundurduğumda - düşük seviyede, kuyruğu olan, solan ve birbirini bekleyen seslerden kurulu - bence Manfred Eicher'in ses obsesyonu ile çok uyumlusun. Birbirinizi nasıl buldunuz? Sence Manfred senin müziğini kaydedecek en iyi prodüktör mü?

T.G: Bu büyük bir soru! Çoğunu kendi kendimize kaydettiğimiz ilk albümü aslında ilk başta ECM uyumlu bir albüm olarak görmemiştim. Çünkü o sıralar çokça Karayip Müziği ve blues kayıtları dinlemekteydim ve bence trio ile yaptığımız bu ilk işte, bunlardan bazı şeyler bulmak mümkündü. İşte bundan dolayı bu iş ECM'e uymamıştı bence. Ama kaydetmenin de vaktinin geldiğini düşünmüştüm ve bunu Oslo'da Rainbow Stüdyoları'nda gerçekleştirdik. Bir hafta sonra Manfred, aynı stüdyoya başka bir kayıt için gelmişti. Ses mühendisi, Changing Places kayıtlarımızdan bir tanesini Manfred'e çalmış. Süreç, sonrasında Manfred'in beni araması ve albümü yayımlamak istemesi şeklinde devam etti. Geçmişten bugüne baktığımda, estetik anlayışımızın ve çalışımızın, ECM tarihinin bazı parçaları ile rezonans halinde olduğunu ve aynı zamanda ayrı bir yol da ortaya koyduğunu görüyorum.

F.E: Bu albümde her şey ilk kaydedildiği versiyonu ile aynı mı kaldı?

T.G: Stüdyo'da buluştuktan sonra bir kaç parça daha çaldık ve miksajı beraber gerçekleştirdik. İlginç olan takip ettiğimiz müzikal yöndü. Manfred gerçekten bu yönü görmemize yardım etti ve hatta gereksiz hızlı tempo parçalardan ve "Arada hızlı bir parça çal ve dinleyiciyi çok da sıkma." düşüncesinden gelen özgün olmayan kontrastlardan sıyrılmamızı sağlayarak durumu daha da açık hale getirdi. Bu çekirdeğe doğru yol alma ve asıl olanı bulma meselesi. Sadece hissettiklerinizden yola çıkarak çalma çabası gerçek bir mesaj ki burada çok önemli şeyler söyleyebilirsiniz. Size gerekli ve hayati olarak görüneni çalma çabası... Manfred "Bu hızlı tempo parçalar... Bunlar iyi müzik; ama burada çok da hayati değiller. Bunları buradan çıkaralım. Kayıt sadece yavaş olanlardan oluşursa genel olarak daha güçlü olacak" dedi. Ve sonrasında bu gerçekten de müthiş ve şaşırtıcı oldu. Temel olduğunu hissettiğiniz şeyi çalmak… Biz zaten bu doğrultuda gidiyorduk ve ben gerçekten de "biz yavaş parçalar kaydetmeliyiz" diye hissediyordum. Ama bunun aslında bütün her şey olduğunu anlamam gerekiyordu. Ne çeşit dinamikler, ne çeşit kontrastlar veya ne çeşit bir müzikal drama, doğru hissettirecek, içten ve zorlama olmayan bir his uyandıracak, görmeliydik. Ancak ikinci albümden sonra işler genellikle diğer yoldan ilerledi. Manfred sık sık, biz ne kadar basit çalsak da, iniş çıkışları ve dinamikleri teşvik etti. Böylece Manfred’in farklı bir pozisyonu oldu ve müziğimize dışarıdan bakan bir göz oldu. Bu kendimize ve konseptimize meydan okumamız için oldukça faydalıydı.

F.E: Çok mu satmaya çalışıyordu yoksa sizden ne duymak istiyorsa onu mu duymaya çalışıyordu?

T.G: Orada, o an neden hoşlanıyorsa onu duymak istiyordu.

F.E: Peki, dinleyiciyi etkilemek için mi?

T.G: Öyle inanıyorum ki sadece kendisini dinleyici olarak düşünüyor. Ama kayıtla işimiz bittiğinde sipariş sayısını düşünürken "bu iyi bir albüm başlangıç parçası" diyor olabilir. Bilemiyorum; düşünceleri arkada bir yerde ona "belki bir çok insan bunu çok sever" diyordur. Aslında bize bir önceki albümümüzün ikinci parçası olarak garip seslerle dolu tamamen doğaçlama bir eser önerdi ve bu yapabileceğiniz en ticaretten uzak şey. Temel olarak bir albümü parçaları tek tek dinlenecek bir ürün yerine baştan sona dinlenmesi gereken müzikal bir yolculuk olarak görüyor. 

F.E: Sanırım hiç bir müzisyen için genel kurallarını yıkmıyor. Bence Manfred, bir müzik dinleyicisi bir ECM albümü aldığında, hep o alıştığı müzikal yolculuğu yaşasın istiyor

T.G: Evet.

F.E: Sanırım bu güzel röportaja sabaha kadar devam edebiliriz ancak bir yerlerde durmamız gerekiyor. Son olarak, Türkiye'nin özellikle büyük şehirlerindeki kaotik ve hızlı hayatı, Norveç'teki dingin ve yavaş hayatla kıyasladığında, sence Türk dinleyicisinin senin müziğini bu kadar sevmesi garip midir? Bu çelişki hakkında ne düşünüyorsun?

T.G: Bence garip değil; dokunaklı. Bir açıdan bakıldığında müzik yerelleşmiş bir şey; ama aynı zamanda çok küresel bir dil ve dünyanın bir çok bölgesinin halk şarkıları arasında mod ve ölçü benzerlikleri var. Örneğin son günlerde Persli bir müzisyene karşı anlık bir bağlantı hissettim. Bunun dışında da müthiş bir İranlı şarkıcı ile çalıyorum. Bir açıdan kültürel olarak uzak; ama aynı zamanda o kadar doğal hissediyorsunuz ki... Büyük ihtimalle karşınızdakinin içinizde çok derinde bir şey ile rezonans halinde olduğundan veya bütün dinlerin tasarlanmış geleneklerinden dolayı böyle oluyor: Sufi, meditasyonlar, halk müziği teması üzerine kurulu olan Norveç ilahileri.

F.E: Ulusların üstünde bir şey yani…

T.G: Evet. Bunun yanında, sessizlik ve her sesi temizce duymak günümüz modern dünyasında bir çok insanın hasret kaldığı bir şey. Eğer büyük bir şehirde yaşıyorsanız bunu bulmanız çok zor.

F.E: Ses ve Sessizlik…

T.G: Evet ve biz kesinlikle sessizliğin de notalar kadar önemsenebilmesine olanak yaratma çabası içerisinde görev sahibiyiz.

F.E: Muhteşem. Belki de bu yüzden evim, bu gürültülü ve kalabalık şehrimde her zaman kaçıp saklandığım ve sizin müziğinizi dinlediğim yer olmuştur. Bu güzel röportaj ve konserdeki muhteşem performans için teşekkür ederim. Bence, sen ve arkadaşların sayesinde bu sene, Ankara Nordik Müzik Festivali için iyi bir başlangıç oldu.

T.G: Müziğimize olan ilgin için teşekkür ederim, çok dokunaklı.  







Wednesday, 27 November 2013

Tord Gustavsen Interview - October 30th 2013, Ankara, Turkey

We have made a nice interview with Tord Gustavsen after his wonderful quartet concert in Ankara Nordic Music Festival, Turkey on October 30th, 2013. We had talked about his albums, ideas about improvisation, ECM, Manfred Eicher and many more interesting subjects related with jazz and music.



F.E: If you compare two cities, İstanbul and Ankara, what did you see differently in Ankara than İstanbul?

T.G: Now, I really didn't get to see much of Ankara but the first impression was that İstanbul is more chaotic, larger and even more intense. But I like them both...

F.E: Now let me start with a basic question about Turkish music. What is the first thing that emerges in your mind when I tell you Turkish music?

T.G: I think the first thing that comes to my mind is the swirling Sufi dance. Because that's also a visual memory. Second one is oud players, flutes, clarinets, ney (reed) flute. I have several recordings with folk musicians whose names I don’t remember. And I have one recording on ECM with oud player Anouar Brahem and clarinet player Barbaros Erköse. That's one of my really favourite ECM recordings.

F.E: Then your perspective is build up on musicians you know from ECM.

T.G: Yes, partly.

F.E: Do you know any other Turkish musicians besides ECM?

T.G: I have listened to many but I really do not remember names.

F.E: In a music theory book that is trying to explain types of musical structures to beginners, I have seen that the author has used buildings to symbolize different types of musical structures in compositions. For instance big palaces with many stages are used to describe symphonies, while a bebop jazz trio composition resembles to a modest American cottage house. Now which type of the building would you choose to describe your compositions?

T.G: Wow, that’s a good question. Maybe the compositions themselves – most of them are like – it’s more like song writing than composing in the classical sense of the world. All the tunes come from small cells of melodic movements and harmonic landscapes. Some of them we just do like that very almost simplistic, very silent, whereas others, we build larger forms of musical architecture – we do that spontaneously - so one thing can be like just a small cave for meditation in mountains one day, the next day it can be…

F.E: Contemporary art centre?

T.G: Yeah, it can be that, it can be an art centre with many rooms. Because sometimes the tunes get like different sections – there may be an unaccompanied bass solo which is one room and a large saxophone-piano collective improvisation doing another’s room and we come back to the small cell. To me, of course, the church or the chapel or the small mosque where you really can get in touch with the stillness and meditate. That’s the best metaphor for playing music to me and it’s the best metaphor for most of the songs too.             

F.E: And that’s a great answer. Many jazz musicians are trying different configurations to present their music: solo, duo, trio, quartet... In your case we see many different configurations: duo with a vocal, a basic trio, quartet with the saxophone added and an ensemble with a vocal. As a jazz musician I think you like to improvise and improvisation is at the centre of jazz. Considering your improvisational power and the level of the energy you are uploading to the audience, in which configuration do you feel yourself more comfortable and more like you? 

T.G: It's a very difficult question. What I feel is each configuration has its own uniqueness and finds its own balance between crystallizing an identity or approach with the freedom of improvisation and openness or spontaneous change. So this continues the dialogue between forming identity and allowing always improvisation. That happens in different ways in different bands, and to me it's a very fascinating process. I really like the groundedness of good arrangements, of doing things in similar ways night after night, but I also need the freedom of finding new ways every night. So it is not a matter of being as free as possible, it's a matter of really finding a good synthesis of freedom and structure or freedom and form. So I think the quartet has one way of doing that. For number of years I played almost only trio and that was a very important phase. But after the bass player in our trio passed away, it did not feel right to just make another trio with a new bass player. It felt much more right to include another instrument and make another kind of sound for a while. We do play some trio tunes with the quartet bass player Mats Eilertsen on the album that comes out next year, though. This album starts in trio and ends in trio. So we have like a returning to the piano trio. Furthermore, I think that duo interplay is very much at the heart of me as a musician. It's very intimate. The stretching of time that you can do in a duo is a very fundamental passion for me.

F.E: Did you do the duos only with vocals, with Solveig Slettahjell?

T.G: Yes, most of my duos have been with vocals – with Siri Gjære, Kristin Asbjørnsen and now Solveig Slettahjell – but I have also played in duo with Tore Brunborg and couple of other instrumentalists.

F.E: I think you also have works with Silje Neergard. Considering all of your works I can say that the ones with Silje Neergard are a little bit on the popular and entertainment side more than jazz. What do you think about your works with Silje?

T.G: It was a very important phase for me, it was the first band I did that got real international exposure, lots of touring around the world and the skill of taking any spot that you are offered for a short period of time and say something important there and then. These short piano solos there they were... It was really important for me to do that and to learn how to say something right away. That's one thing. Another very good thing is that Silje writes really good mid-tempo tunes and ballads. So I really liked her tunes even though they are not as close to my heart as the tunes I wrote for Kristin Asbjørnsen on my own album, or the tunes I do with Solveig. And when it comes to up-tempo playing, I like to build musical energy from the low. It has to come from silence. That’s when I can go all the way up. And this was not Silje’s way – her up-tempo thinking was perhaps more on the side of entertainment.

F.E: But your works with Solveig are totally different. Both of you are coming from Church. I think you really feel like at home, maybe at your childhood together.

T.G: Oh, yes!
 

F.E: And I think, besides Solveig, Sjur Miljeteig, the trumpet player from Norway, was with you during the recording of Natt i Bethlehem as well as in the new album Arven.

T.G: Yes, but only on a couple of tunes for this last album. Also the brilliant violin player Nils Økland is on that album in couple of tunes.

F.E: Were you planning to release these albums over more international labels?

T.G: Not really because they are mainly in Norwegian lyrics.

F.E: While I was trying to find albums of Norwegian musicians that are not released over international music labels I generally see the name “Curling Legs” whose albums are hard to find especially in countries such as Turkey. I am not sure whether you have any record from them but can you tell us about this record label and its relation with Norway?

T.G: I actually never recorded for them but many people did. They helped facilitate quite a few important and very good Norwegian recordings.

F.E: And they are not a commercial label?

T.G: No and I don’t know how well they are distributed internationally. They did licence some of Solveig’s things on ACT. Those first records were on Curling Legs in Norway.

F.E: Did you have records from another label from Norway before ECM?

T.G: Not under my own name. I have recorded with other projects for a couple of other labels. Changing Places is the first album under my name, and that was on ECM.

F.E: This question will be about Manfred Eicher. I guess you know the movie “Sounds and Silence” of ECM. There are many wonderful scenes from recording sessions of several wonderful ECM musicians and in this movie I saw Manfred Eicher’s wonderful obsession in recording music. I am also a fan of Nik Bärtsch’s Ronin, who is another fantastic pianists of the label. During Nik Bärtsch’s Ronin’s scenes from the studio, as far as I have seen there are parts where Manfred Eicher is showing to the musicians where the sound of a percussive kick should be started. He looks like trying to teach the timing. Considering the style of the music you play – low level records full of many sounds with tails and sounds waiting each others to fade -  I think you are very suitable with Manfred Eicher’s obsession in sound. How did you find each other? Do you really think Manfred is the best producer to record your music.

T.G: That’s a big question! For the first album, most of which we recorded on our own, I didn’t really think at first that it would fit on ECM, because at the time I was listening a lot more to Caribbean music, to old blues recordings and I thought that what we did with the trio had a lot of that in it, and it didn’t fit with ECM. But I felt it was time to record it, and we did it in Rainbow Studios in Oslo. Manfred came there to record something else a week after. The engineer played one track from our session of Changing Places. And then Manfred called me up and he wanted to release it. I was surprised. But in retrospect I see that our aesthetics and our playing resonates well with parts of the ECM history while also forming a separate path there.

F.E: Was everything exactly the same with the album’s first recorded version? Nothing touched to it?

T.G: We met in the studio and recorded a couple of more tunes and mixed it together. What was really interesting was the musical direction we were heading. Manfred was really important in helping us see that direction and make it even clearer, stripping away all kinds of unnecessary up-tempo tunes or un-authentic contrasts coming from thinking that “Oh, you need to play a fast song every now and then not to bore the audience…” It’s a matter of going for the core, trying to find the essence. Trying to play only from what you feel is a real musical message where you can say something important. Trying to play what feels essential... Manfred said “These couple of up-tempo tunes… They are good music but they are not essential here, let’s just take them out, the record as a whole get stronger when we do only the slow tempos. And then that was really “Wow”. We were already going in that direction because I really felt “we need to start to record slow.” But I needed to realize that this could actually be the whole thing. And then we need to see what kind of dynamics, what kind of contrasts or what kind of musical drama will feel right, will feel really coming from within, will feel like not being forced. But after that – from the second album onwards – it’s mostly been the other way round. Manfred often encourages ‘waves’ and dynamics when we are playing in a very simplistic way. So he takes another position and introduces a kind of outside eye to the music that is really helpful to make us challenge ourselves and our concepts.

F.E: Was he trying to sell more or just to hear what he wants to hear from you?

T.G: He only wants to hear what he gets a kick out of right there and then.

F.E: To impress the audience?

T.G: I believe he is only thinking of himself as a listener. But when we are done with the recording and are thinking about the order, he might say “this is a good starting song.” I don’t know, in the back of his head it might say “maybe many people will like this song.” But at the same time he suggested a totally improvised piece with lots of weird sounds as track number 2 on previous album – and that’s probably one of the least commercial thing you can do.. And basically, he thinks about the album as a musical journey where you get much more from hearing it from beginning to end than hearing the tracks separately.

F.E: And I think he never wants to break his general rules for any musicians: whenever a music listener buy an ECM album, Manfred, I think, wants him/her to listen what he/she gets used to: a musical journey.

T.G: Yes.

F.E: I think we can continue this beautiful interview all night but we should stop at a point. Lastly, considering the fast and a little bit chaotic life style of people especially in big cities of Turkey and Norway’s life which is in slow tempo and dignity, do you think it is strange that Turkish listeners love to listen to your music? What do you think about that contradiction?

T.G: No it is not strange but touching. In one way the music is localized, but it is also a very global language and lots of scales or modes are similar between folk music from different parts of the world. I feel an instant connection myself these days to for example Persian music, I play with a fantastic Iranian singer sometimes. In one way it is culturally far away, but it just feels very natural. It’s probably because it resonates with something which is already deep inside, or the contemplated traditions of all religions: the Sufi, the meditations, the folk music based hymns from Norway…

F.E: It is something over nations…

T.G: Yes and the need for concentration and stillness of hearing every sound very clearly is something that many many people in modern day life feel longing for. If you live in a big city it is difficult to find it.

F.E: Sounds and Silence…

T.G: Yes and we are definitely a part of that mission to try to bring that possibility to people to make every note count and make the silence count just as much as the notes.
 


F.E: Wonderful. Maybe that’s why home is always the place for me in this noisy and crowded city to run and hide and listen to your music. Thanks for this nice interview and your wonderful performance tonight at the concert. I think, thanks to you and your musician friends, this year – being the first-  happened to be a wonderful start for Ankara Nordic Music Festival.

T.G: Thanks for all your interest in our music, it is touching. 



Buying An Album Is A Good Thing


Buying an album is a good thing. Do it for yourself and in my humble opinion, if there is a chance and if you are living in a city where you can find nice record stores, go to these places to talk to people like you about music. Then come back home, put them into your CD player or onto your turntable - take a drink - invest some of your time in your soul and the beauty in magic series of differences in sound pressure levels. If we miss the old times when the music was great then we should behave like the great music listeners of old times, who have nothing called TV. Respect not only in musicians, respect also in your soul and the universe that gave you the chance to experience a dream when you are awake. You are not wasting your water, you are not wasting your food. Then what is the point in wasting your soul?

Friday, 25 October 2013

Ankara Nordik Müzik Festivali 2013



Ankara'nın heyecanını anlayışla karşılamak lazım. Gerek yıllardır devam eden caz festivalinin doyurucu olmaktan uzak son programları, gerek bir süredir festival dışında geçen süre zarfında yıl içerisinde doğru düzgün caz performansının olmayışı, Kuzey Avrupa'dan sofistike müzikal birlikteliklerin 2013 Ekim ayının sonunda Ankara'ya geliyor olmalarını daha heyecan verici bir hale getirdi diye düşünüyorum.

Ankara Nordik Müzik Festivali, Altus Arts and Culture tarafından 29,30 ve 31 Ekim tarihlerinde Cer Modern'de gerçekleştirilecek. Bu sene ilk; ama organizasyonun festivale ilerleyen yıllarda devam etmek istediğini biliyorum. Nordik İngilizce'deki "Nordic" karşılığından geliyor ve bu tabir kuzey ile ilgili demek. Kuzey Avrupa ile ilgili meselelerde sık sık kullanılan bu sıfat zamanla sınırları tam da belli olmayan bir müzik türünü betimler bir hale de geldi. Özellikle metal müzikle ilgilenenler Nordik Müzik dendiğinde sadece Kuzey Avrupalı ünlü metal gruplarının kastedildiğini düşünebilirler ancak Kuzey Avrupa ile ilgili hemen hemen her türlü müzik bu kapsamda yer alıyor aslında. Bu seneki festival daha çok Nordik Caz Festivali olarak tanımlanabilir; ancak gelecek senelerde organizasyondan öğrendiğime göre oldukça farklı türlerde eserler veren isimleri de festival kapsamında görmek mümkün olacak. Altus'u yakın zamanda yine Ankara'da ve Cer Modern'de düzenledikleri başarılı sayılabilecek İbrahim Maalouf ve Dhafer Youssef konserleri ile hatırlayabilirsiniz. Bu konserlere gösterilen talep oldukça yüksek ve Ankara geleceği için umut vericiydi. Takdir edersiniz ki, organizasyonların konserlere devam edebilmesi için konserlere yeterli sayıda seyirci gelmesi gerekmekte. Hem Dhafer hem de İbrahim, Türk dinleyicisine organik bağlı melodilerle her zaman talep edilen müzisyenler olmuşlardır. Nordik Müzik Festivali'nde durum biraz farklı. Kuzey Avrupa, coğrafyası, insan profili, folk müzik dokusu ve yaşam tarzı ile Türkiye'den çok ayrı bir yerde durmakta. Ama gelin görün ki, programda yer alan müzisyenler özelinde, bu müzik türü hem albüm satışlarından hem de şimdiye kadar defalarca İstanbul'da gerçekleşen konserlerden görülebileceği gibi oldukça yeterli sayıda, özel, tutarlı, bilgili ve ilgili bir dinleyici kitlesine sahip. Özellikle yakın zamanda, İKSV ve Akbank Caz'a ait festival programlarının bu topraklardan ciddi sayıda isim barındırmaya başladıklarını görebiliyoruz. Ankara'da Altus, bu işleri sanat kaygısıyla yaparak Ankara'nın kültürel dokusunu yeniden canlandırmak için elini taşın altına koymuş gibi görünüyor. Şu açıktır ki, müzik özelinde sanat, talep olanı arz etmek kuralı ile çalıştığında bir tür hizmet sektörüne dönmekte ve sanat takipçilerini popüler dünya trendleri ile baş başa bırakmakta. Sanata, sanatçıya ve sanat severe hizmet ise sofistike, kaliteli işleri talebi az olma tehlikesi içerse bile arz etmekle mümkün. Bu arz daha önceden bu tür işlere bakir bünyelerde tahmin edilemeyecek talepler yaratabilme potansiyeline her zaman sahip.

Ankara Nordik Müzik Festivali'nin programına hızlıca bakmak gerekirse; 29 Ekim'de İsveçli Lars Danielsson ve dörtlüsü,  30 Ekim'de Norveçli Tord Gustavsen ve dörtlüsü, 31 Ekim'de de yine Norveç'ten Beady Belle grubu sahne alacak. En başta söylediğim gibi sofistike müzik diyebiliriz bu festivalin ana teması olan müzik türüne. Yani basit anlatımla, güzellikleri ayrıntılarda gizli. Şimdi tam da bu sebepten gelin programın ayrıntılarına bakalım - önce tanımlamaları yapalım, sonra da müzisyenleri tanıyalım: Bir çok kriter göz önünde bulundurulduğunda belki de hiç bir ekibin yaptığına caz demek çok kolay değil aslında. Malumunuz, Avrupa köklü bir klasik müzik kültürüne sahip ki bu bir çok müzisyenin eğitiminin klasik tabanlı olduğu gerçeğini beraberinde getiriyor. Klasik eğitimin disiplinlerini tamamlayan müzisyenler genellikle doğaçlamanın büyülü dünyası ile karşılaştıklarında caz dünyasına adım atmaktalar. Cazın doğduğu topraklardan farklı olarak, Avrupalı müzisyenlerin kulakları ana akım caz ile olduğu kadar, Radiohead'den Nirvana'ya, Beatles'dan Björk'e rock ile, Bach'tan Bartok'a , Faure'den Satie'ye kadar da klasik müzik ile dolu olduğundan sonuçta gerçekten de sınırlarını belirlemekte güçlük çektiğimiz, bize "Caz nedir?" tartışmaları yaptıran bir müzik türü ortaya çıkıyor. Kuzey Avrupa Cazı'nı anlamak içinse bu tartışmaya, kuzey özelinde, basit ama derin melodilerle yoğrulmuş Kuzey Avrupa folk kültürünü de eklemek gerekiyor. Sonuç olarak bu müziği, doğaçlama temelinde hemen hemen her türlü melodik örgüden beslenebilen, lirik, enstrümanın, müzisyenler arası uyumun ve kompozisyonun nüanslarına yoğunlaşan, sese olduğu kadar sessizliğe de önem veren ve cazın "swing"ini üstü örtülü olarak işleyen bir müzik türü olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum.

Bir Kuzey Avrupa Cazı düşkünü olarak açıkçası “müzisyenlere gelince” dediğimde heyecanlanıyorum:


29 Ekim’de kontrbasta Lars Danielsson’u, piyanoda Yaron Herman’ı, gitarda John Parricelli’yi, davulda ise Robert Mehmet Sinan İkiz’i dinleyeceğiz. Lars Danielsson’u İsveçlilerin caz dünyasına kazandırdığı en değerli isimler arasında rahatlıkla sayabiliriz. Şimdilerde Avrupa’nın en melodik kontrbas sanatçısı olarak gördüğüm Lars Danielsson, 1980’lerden beri hem Amerikalı hem de Avrupalı çok önemli müzisyenlerle çalmakta ve albüm yapmakta. Charles Lloyd, Jack DeJohnette, John Scofield, Mike Stern bunlardan sadece bazıları. Melodik oluşunu aynı zamanda çok iyi bir viyolonsel sanatçısı olmasına bağlamak mümkün. Uzun süreden beri Avrupa’nın önemli müzik firmalarından biri olan Alman ACT’in en bilindik yüzlerinden biri. Sadece müzisyeni demiyorum; çünkü Lars Danielsson, bu firma dahilinde yapımcılık işleri de gerçekleştiriyor. ACT’den önce de ciddi sayıda albümde çalan Lars’ın diskografisini ve “line-up”ında bulunduğu albümleri burada alt alta yazmak bile koca bir sayfayı doldurur. Ankara’daki konser de en son ACT albümü Liberetto temalı olacağından ben sizlere kısa kısa ACT albümlerinden bahsetmek istiyorum. Lars Danielsson 2004 yılında Libera Me ile başlıyor ACT albümlerine. Daha çok orkestral jazz diye tanımlanabilecek bir albüm Libera Me. Bazı beste ve performansların dinleyiciyi kesinlikle bir oda orkestrası albümünde hissettireceğini söylemek mümkün. Albüm ismini de Fransız besteci Gabriel Faure’nin ünlü eserinden almakta. Özellikle albümün adını taşıyan parçada Lars lirik tarzını tüm etkileyiciliği ile ortaya koyuyor. Bu albümün kadrosunda kimler yok ki: Jon Christensen, David Liebman, Nils Peter Molvaer… Albümde Danimarkalı vokal Caecilie Norby’nin de müthiş bir vokal performansı var. 2005 yılında gelen Melange Bleu albümü bir öncekinden oldukça farklı. Piyano’da Bugge Wesseltoft’u ve gitarda Eivind Aarset’i gördüğümüz albüm yoğun bir elektronik doku üzerine kurulu. Lars Danielsson’un 2006 yılında İsveçlilerin bir diğer önemli caz müzisyeni ve ACT yapımcısı trombonist Nils Landgren ve vibrafonist Christopher Dell ile beraber doldurduğu Salzau Music On The Water ise Salzau Müzik Festivali’nde tamami ile açık havada Salzau Saray Havuzu üzerinde kaydedilmiş. Oldukça meditatif ve pastoral bir albüm.

2007 yılında gelen Tarantella ve 2009 yılında yayımlanan Pasodoble sanırım Lars Danielsson’un ününün gerçek manada hem Avrupa’ya hem de dünyaya yayılmasına sebep olan albüm. Özellikle Tarantella’daki Polonyalı müthiş piyanist Leszek Mozdzer’in dokunuşu, Amerikalı genç davulcu Eric Harland’ın organik ritim dokusu ve İngiliz fusion gitarist John Parricelli’nin katkısı Lars’a uluslararası bir albüm kazandırdı diye düşünüyorum. Pasodoble ile ise Lars Danielsson sanırım kendisine en yakın piyanisti bulduğunu düşünerek Leszek Mozdzer ile birlikte dinleyicilerine Avrupa Cazı’nın en sıkı duo albümlerinden birini sunmuş oldu. Pasodoble Lars’ın konsere gelinmeden önce kesinlikle dinlenmesi gereken albümü. Duo bir kayıt bana göre müzisyenlerin bütün performanslarını ortaya koyduğu tam bir meydan okuma. Müzisyenin neyi, nasıl, ne kadar farklı çaldığını ve bir diğer müzisyeni nasıl dinlediğini en rahat duo albümlerde görebilirsiniz. Lars’ın bütün bu bahsettiğim albümlerinde dinlediğiniz muhteşem melodilerin bir çoğunu kendi başına bestelediğini veya düzenlediğini düşünürseniz kendisinin aynı zamanda nasıl önemli bir besteci olduğunu da fark etmiş olursunuz. Lars’ın Leszek Mozdzer ve Zohar Fresco ile başka bir firmadan The Time adlı bir albüme sahip olduğunu ve yakın zamanda bu albümün devamı niteliğinde olan Polska’nın ise ACT’den yayımlanacağını hatırlatmak isterim. Lars Danielsson’un Ulf Wakenius, Iiro Rantala, Wolfgang Haffner, Youn Sun Nah ve Caecilie Norby gibi diğer ACT müzisyenleri ile canlı performanslar verdiğini ve albüm doldurduğunu da söylemem gerekiyor. Özellikle dinleme şansı bulduğum Ulf Wakenius ile olan duo konserlerinde hem ikilinin muhteşem uyumu hem de Lars’ın efekt ve loop katkılı solo performansı hala aklımdan çıkmaz. 


2012’ye geldiğimizde Lars’ın en son albümü Liberetto’yu görüyoruz. Bu albümün en kritik karakterlerinin başında Tigran Hamasyan geliyor. Caz ve etnik müzik kültürünü müthiş bir teknik kapasiteyle bir araya getiren bu genç yetenek yaptığı her işle caz dinleyicilerinin dikkatini çekmekte. Albümde davulda, piyanisti 5 sene önce aramızdan ayrılan efsane üçlü Esbjörn Svensson Trio’nun davulcusu Magnus Öström var. Magnus, 2012 yılında ECHO tarafından Avrupa’nın en iyi davulcusu seçilmişti. Tarantella’daki üflemeli katkısı Mathias Eick iken Liberetto’da Arve Henriksen karşımıza çıkmakta. Lars dünyanın bir çok farklı yerinde Liberetto albümü için konserler verdi. 2012 yazında İstanbul’da (piyanoda Yaron Herman’ın olduğu) verilen unutulmaz Liberetto konseri de bunlardan biriydi. Bu sene bu konseri Ankaralılar da dinleyecek. Konsere gelmeden Liberetto’yu dinlemenizde fayda var yani. 



Ankara'da da piyanoda Fransızların en yetenekli caz piyanistlerinden Yaron Herman bulunacak. Yaron Herman da Lars gibi bir ACT müzisyeni. Kendisini hem E.S.T. Symphony projesinde hem de kendi dörtlüsü ile dinleme fırsatı yakalamıştım. Yaron’u “Follow The White Rabbit” ve “Alter Ego” adlı ACT albümlerinden olduğu kadar, “Muse” ve “Variations” albümlerinden de dinlemek ve öğrenmek gerekli. 

Gitarda albümdeki gibi John Parricelli olacak. John Parricelli dışarıdan bakıldığında “neden onun yerine bununla çalışmamış ki” dedirtecek kadar ekipte çalması ilk aklınıza gelmeyecek bir fusion gitaristi. Ama Lars’ın inanılmaz müzikal bilgisi, çevresi ve çeşitliliği sonucu bizlerden daha çok bildiği ve bu müzisyenle de inanılmaz iyi bir uyum yakaladığı ortada. 
Davul’da Magnus’u izleyemeyeceksek olsak da, İsveç’te yaşayan ve bana göre en önemli davulcularımızdan biri olan Robert Mehmet Sinan İkiz’i Ankara’da dinlemek de büyük şans. Mehmet İsveç’te hem kendi kayıt şirketine sahip, hem Jacob Karlzon 3’ün davulcusu hem de Nils Landgren Funk Unit’in üyesi. Mehmet’i bu iki ekiple de dinledim. Teknik kapasitesi, çaldığı ekiplerdeki müzisyenler ile olan uyumu dikkat çekici. Kendisine ait “Checkin In” adlı bir albümü mevcut. Lars Danielsson’un bu üç müzisyenle vereceği konser ile ilgili beklentilerim çok yüksek.










30 Ekim’de Tord Gustavsen Quartet adı altında piyanoda Tord Gustavsen’i, davulda Jarle Vespestad’ı, basta Mats Eilertsen’i ve saksofonda Tore Brunborg’ı dinleyeceğiz. Tord Gustavsen Norveç’in en iyi piyanistlerinden. Trio, quartet ve ensemble formatlarında olduğu kadar vokal sanatçıları ile de albümlere sahip. Tord Gustavsen, Avrupa’nın başka bir önemli müzik firması olan ECM’in en önemli müzisyenlerinden. ECM firması ile olan hikayesi 2003 yılında triosu ile çıkardığı “Changing Places” albümü ile başlıyor. Sonraki yıllarda yapacaklarını ortaya koyan, sessizliklerin üzerine kurulu ve ayrıntılarla kaplı naif bir albüm “Changing Places”. Basçı Harald Johnsen ve davulcu Jarle Vespestad’tan oluşan üçlüsü ile yaptıkları 2004 yılındaki “The Ground” ve 2007’deki “Being There” de bu paralellikte albümler. Albümlerindeki bütün bestelerin sahibi olan Tord Gustavsen’in bence bu üç albümden rahatlıkla anlaşılabilecek özelliği üstünüze sürprizlerle gelmeyen, organizmanızla neredeyse yapısal olarak uyumlu besteler ortaya çıkarıyor oluşu. “The Ground”u dinlemek, sanki topraktan çıkıp gelmiş, yeryüzünün bir parçası gibi karşınızda duran Gaudi’nin Sagrada Familia’sına bakmak gibi. Tord Gustavsen özellikle triosu ile neredeyse sessizlik üzerine kurulu tarzda performanslar vermekte. Firmaları ECM’in de ses ve sessizlik dengesi üzerine felsefesi bu açıdan kendileri ile çok uyumlu. Özellikle bu tür kayıtlar konusunda uzman firma sahibi yapımcı Manfred Eicher, Tord Gustavsen ve tarzı için biçilmiş kaftan. Tord’un piyano çalışı konusunda dinlemeyenlere durumu aktarmak zor. Neredeyse bütün vuruşların arkasında, o kuyruklu yıldızın kuyruğundaki hayalperest çocuk gibi beklemekte. Konuşup da karşıdaki etkilensin diye bekleyenler gibi… Her bir nota kıymetli onun için. Çalındığı gibi de dinlenmeli. Davulcu Vespestad’ın oldukça hızlı ve dolu ritim hattının müthiş düşük bir ses seviyesinde gidebiliyor olması hayret verici. Bu tarz yüksek kontrollü davulcuların temiz seslerine karşı melodik olmayan eşlikler ortaya çıkarması tehlikesi içinde olmalarına karşın Vespestad performanslarında bu tehlikenin oldukça uzağında. Gerek fırça kullanımıyla gerekse varla yok arası gidip gelen “kick”leri ile adeta melodinin bir parçası. 

2009’da ensemble formatında kaydedilen “Restored, Returned” Tord Gustavsen’e ait benim dinlediğim ilk albüm. Kadın vokalleri – özellikle Norveçli olanları- çok önemserim. Dürüst olacağım, bu albümde Kristin Asbjørnsen özellikle “Lay Your Sleeping Head, My Love” performansı ile beni benden aldı.  Tord Gustavsen ensemble formatı ile daha sonra 2012’de albüm çıkaracağı dörtlü formatı arasındaki asıl fark çok keskin ve derin bir ses rengine sahip olan Kristin aslında. Davulda üçlüdeki gibi yine Vespestad, basta Mats Eilertsen ve saksofonda Tore Brunborg çalıyor. Bu albümle beraber hem davul hem de piyano daha kesin bir hale geliyor. Vokal etkinin tam tersi ile sonuçlanmasını bekleriz ama sanırım Asbjørnsen'in şarkı söylemek yerine daha çok beşinci bir enstrüman gibi parçalardaki tansiyon belirleyici etmen olması ile ilgili olarak durum hiç de öyle değil. Saksafon eklentisi, Tord Gustavsen’in üçlüden aklımızda kalan boşluklu müzikal dokusunun salınımı uzun, kasvetli ve bol nefesli Tore Brunborg ile dolması demek bence. Kontrbasta Mats Eilertsen’in oluşu davula destek niteliğinde daha “dövmeli”, tansiyonu yüksek ve etkileyici bir bas hattı veriyor bize bu albümde. 2012’ye geldiğimizde Tord’un dörtlüsü ile yayımladığı “The Well” ile karşılaşıyoruz. Albümdeki dörtlü tam da Ankara’da konser verecek dörtlü. Bu sebeple ekibin genel “sound”unu anlamak adına diğer albümler yoksa bile en azından “The Well”i edinmenizi tavsiye ederim. Albümün genel yapısı ensemble ile olandan çok da farklı değil aslında ancak genel duygunun biraz daha melankolik ve içe kapanık olduğunu söylemek mümkün. Bunun yanında Tore Brunborg’un daha atak performansları ile karşı karşıya kalıyoruz. Tord Gustavsen Quartet bu konserde 2014’te yayımlanacak albümden de çalacaklarını haber verdi bizlere. Ayrıca sanırım “The Well” den önceki bir çok albümden de bilindik besteleri çalacaklar.




Norveçli vokal Beate S. Lech öncülüğünde 2001 yılından beri albümler yapan grup Beady Belle (Erik Holm: Davul Marius Reksjø : Bas Gitar, Jørn Øien : Rhodes), aslına bakarsanız, festival program duyurusundan önce hakkında çok az bilgi sahibi olduğum bir ekipti. Norveçli ve İsveçli caz vokalleri çok yakından takip etmeme rağmen Beady Belle diğer bir çok ismin yanında hem arşivimde yer bulmamış hem de google arama kutucuğumda pek yer edinmemişti. Ankara Nordik Müzik festivali vesilesiyle kendileri ve müzikleri hakkında biraz fikir sahibi olma şansı yakaladım. 

Beady Belle, Beate S. Lech’in grubun hala basçısı olan eşi Marius Reksjø ile çalışmaları ve Bugge Wesseltoft’un katkıları ile 2001’de ortaya çıkıyor. 2001 ve 2005 arası yapılan albümlerde elektronik katkı dikkat çekmekte. 2005’te gruba davulcu Erik Holm katıldıktan sonra çıkılan turnelerde Jammie Cullum’un dikkatini çeken ekip ününü arttırıp Cullum’un ön grubu oluyor. Beady Belle, 2008’deki Belvedere albümü ile müzik türlerini “soul” türüne kaydırdıktan sonra biraz daha dünyaya açılma şansı buluyor. Beate S. Lech, 2010’daki albüm Welding Bridge’ı eski ve yeninin sentezi olarak görüyor. Öyle görünüyor ki albüm bir çok “genre” ve tarzın etkisi altında. Beady Belle’in son albümü Cricklewood Broadway ise 2013 Ocak’ta çıkıyor piyasaya. Beate S. Lech’in albümdeki düz ve anlaşılır vokal karakteristiğini beğendiğimi söyleyebilirim. Parçalarda ritim hattı basit, sade ve vurucu seçilmiş genel olarak. Elektronik katkı yoğun. Norveç donukluğu görülmekle birlikte genel itibari ile yapılan müziğin pek Norveç Vokal Cazı kapsamında gerçekleştirilen diğer çalışmalarla ilgisi yok. Albümlerin hepsi Jazzland firmasından. Bu konseri en az Ankara dinleyicisi kadar merakla beklemekteyim.

Özetle, hem iyi programını, hem uygun bilet fiyatlarını hem de Ankara’nın kültürel geleceğine vereceği faydaları düşündüğümde, Ankara Nordik Müzik Festivali’nin, Ankara ve yakın şehirlerde yaşayan dinleyicilerin katılımını hak ettiğini düşünüyorum. Köklü ve iyi festivallerimize sahip çıktığımız gibi kentimizin yeni ve güzel festivallerine de sahip çıkalım derim ben.  

Tuesday, 22 October 2013

A Wonderful Album from Magnus Öström in 2013 - Searching For Jupiter


Searching for Jupiter is Swedish drummer Magnus Öström's second album from the label ACT with his new band after the legendary Esbjörn Svensson Trio period, which changed many things in European Trio Jazz. The first album "Thread of Life" was released three years after Esbjörn's passing away. Naturally, the main aura of that album was like mourning. Mourning after a childhood friend, a band member and one of the most important pianists in contemporary jazz history... The fantastic new album of Magnus Öström came in 2013. The band is almost the same, except that Daniel Karlsson is playing the piano and keyboards in this new album. As most of the followers know, Daniel has been giving live performances with the band for almost last two years. The name of the album instantly made me think that the new album would be a more hopeful one. Frankly, I have seen this name in melancholic eyes of Magnus Öström and Dan Berglund when I met them face to face. After the fate abruptly changed the way they live, play and earn, I am sure that they needed a meaning. A meaning to keep on playing, a meaning to get used to be alone... They, just as a simple human being, were in a search of the meaning of rest of their lives. They, as musicians who suffered, were accumulating the pain with an artistic style. I think although they have not found the meaning behind all these life cycles, they at least got the meaning of searching. Searching keeps you alive. Magnus put this accumulation into music first, then painted the cover with words of a poet. He is searching for Jupiter. The Roman God... Kings of All God... (as we learned from the CD liner notes) 


Besides what he carried from 15 years of E.S.T., Magnus Öström is a qualified composer considering both his technical maturity and talent in finding remarkable melodic structures. The lyric style of Magnus Öström - as I know he is also interested in poems - is highly noticeable in both albums. Although both albums have very touching and catching melodies as well as very texture focused, rhythm dominant and progressively living difficult pieces all together, I can easily say that Searching For Jupiter is a much more melody-oriented album than Thread Of Life. In my opinion, the main difference between these albums lies in the sound, which is a result of the different causes pushing these albums out of Magnus' heart and mind: the first album was a mourning within the hand-prints of Esbjörn Svensson whereas the second one is a kind of statement of a stand-alone band. A band that will prove its own being with its own style... 

In my opinion an entrance to an album is very important. Considering Magnus Öström is not a pop star (well, he deserves to be more popular with his technical capability in drums) and we, as his followers and listeners, generally buy albums and sit in front of a stereo system or else take our headphones on, the first feeling that touches our heart on hearing the first notes is generally critical. Although the quality or the details of a work are usually discover-able in following listening sessions, there is an inevitable state of mind that can hold a prejudgment while deciding about the album at first sight. From this point of view, the first piece of Searching for Jupiter, The Moon (And The Air It Moves), is very successful. It is not hard in sound but a little bit progressive. Many listeners found that composition as progressive as Pink Floyd - having taken also the name of the piece in consideration. This is shown as a link with the legendary album Dark Side of The Moon, which is celebrating its 40th year now. The first performance exactly carries the sound of Magnus Öström. Well, what is the sound of Magnus Öström? In order to say something about that, one certainly has to listen to all E.S.T. albums as well as the albums released by Magnus and Dan after Esbjörn's passing away. Since I have been doing this for a long time, I hope it won't seem inappropriate if I make a comment about Magnus' sound. On listening to Thread of Life and Tonbruket's albums I have decided that the main jazzy and melodic part of E.S.T. was Esbjörn Svensson. Dan Berglund was certainly at the rocky side with his incredible bow technique&sound whereas Magnus was exactly the progressive rhythm department of the legendary trio. One of the most important unique properties of the band was its very accurate timing. Obviously this timing was achieved by our ECHO-awarded drummer Magnus Öström. On the other hand, if you have listened to Leucocyte and/or Strange Place for Snow you might have easily seen that Magnus has also a very solid contribution to the dark sound of the trio. Thread of Life <surely also because of its mourning-like concept> can also be shown as a proof of that. Well, in the first piece of Searching for Jupiter we hear that very characteristic sound: as sharp as an atomic clock, as dark but melodic as a Nordic winter, as progressive as 70's rock... The cold and sustained piano of Daniel Karlsson in the entrance is accompanied by deep kicks and soft touches of Magnus Öström's to his complicated drum set. Andreas Hourdakis is taking stage with a very similar sound to what we hear while listening to Pat Metheny. As many can easily remember, Pat Metheny and E.S.T made several collaborations in old days and Pat has played in the most precious piece of Magnus Öström's previous album Thread of Life, Ballad for E, which is a tribute and a mourning expression from the maestro. The bass line of Thobias Gabrielsson is steady and at very low frequencies at the back. There is also a very wonderful effect on the bass line that sometimes carried to a distorted thing that almost resembles to a landing of a spacecraft in a space movie. I am not sure who does this but I think he is our bassist Thobias.

Dancing at Dutchthread is almost like a progressive rock piece that wakes you up from the dreams in the first piece. It's like Magnus is telling you "here I am standing tall and playing my own music. I am not the drummer of E.S.T. This is my style, my music." The overall responsibility of the sound is given to Andreas in this piece, he is carrying the sound between highs and lows successfully. Magnus Öström's metronome like drums should again be taken into consideration with its strength and steadiness.

Mary Jane Doesn't Live Here Anymore is a piece that shoots you with its name first. Yes, basically, we remember Esbjörn again. The piece starts with a very melancholic piano and guitar at the main theme which are accompanied by soft brush touches to the drum and lower lines of bass. Daniel Karlsson is carrying a great improvisational part with the piano. Even melancholy is the dominant feeling, there is also a hopeful sound especially coming from the piano. I feel like "Even Mary Jane doesn't live here anymore - at least she is happy. Now, the Spider-Man can carry on living."

The title track of the album certainly has a very distinguishable place among other pieces with its energetic and aggressive style. The piano is presenting some initialization first, whose closing parts are missing. After a couple of this intro cycle, the drum&bass and the guitar are taking their places with a sudden entrance. The main theme carries both melancholic and nervous items. It's like a rebellion to a very big power in the beginning. The stick speed of Magnus Öström is incredible on the hi-hat. Then a more peaceful part is taking place as the composition progress. Andreas Hourdakis is giving a very good guitar solo here. This progressive style of the piece carries itself to a very different transition part that has almost a metal taste sounding like rap-metal band Rage Against The Machine. Daniel Karlsson's cold piano partition has given the main idea here. The end of the piece is achieved by the entrance theme. This last part should be easily analysed by drummer students. Magnus Öström is as accurate as a computer sample. How many arms does this man have?    

With its almost twilight zone film introduction given by the piano, Hour of The Wolf has taken me to the painful feelings of the loneliness and fear. This is certainly a continuum of the mourning with the previous album Thread of Life. The drum and guitar partitions are very well at the forefront. The sounds are immensely reverberated and overlapped resulting in a mysterious aura. I really could not get the main idea here but I think Wolf is the Magnus himself and this piece is a symbol for the lonely times reminding him the past. 

Through The Sun is another island of hope in the album - maybe the biggest and greenest one. The main theme carried by the piano and guitar is almost pastoral. The incredible harmony of the band is very noticeable in this piece. Especially Magnus Öström is always there with infinitely many touches, reaching to every partition with a full sound. I know it will sound bizarre but he is almost playing the melody with the drum set. I closed my eyes for a while and tried to ignore the other instruments than the drum then I saw that almost the whole piece was still there with blood and bone. He is certainly one of the best drummers on this planet.    



Although it starts with an entertaining and a easy-listening melody, Happy And The Fall is a composition carrying emotional highs and lows together. Especially Daniel Karlsson caught my attention with his great performance on piano in transitions between happy and melancholic parts. Magnus Öström is playing as if there are two drummers at the back. Andreas Hourdakis should also be given attention here for his guitar performance. 

Jules and Jim's Last Voyage, I think, has taken its name from the famous French book (written by Franz Hessel) or film (directed by Francois Truffaut) called Jules and Jim. The story is a very bitter and depressing one. Jules and Jim are actually good friends but they fall in love with the same woman and serve to the army in opposing sides in the war. The story ends with the death of Jim and the woman - not a happy ending like the life itself. The entrance of the piece in Magnus Öström's album is almost like a soundtrack for the trailer but actually I could not get what it is meant with their last voyage. Especially Andreas Hourdakis is giving a shiny melancholy to the piece with his stand-still minors. The deep bass line of Thobias Gabrielsson is like the footsteps of the fate. There are some psychedelic smells in some parts of this performance.   

The name of the last piece carried me to five years ago when I have listened to Leucocyte. As many E.S.T. followers may remember, the album ends with four pieces bound together with Latin names: Ab Initio, Ad Interim, Ad Mortem, Ad Infinitum which means The Birth, The Interval Between (Life), The Death and The Eternity respectively. All these pieces carry the emotional aura of each parts of the human life in a poetic way: the harsh and energetic entrance of the birth, a one-minute empty record of the life, depressive agony of the death, a peaceful negotiation with the life and death with a calm mourn inside. At the End of Eternity is like the fifth piece from Esbjörn's childhood friend. It is hopeful with all aspects. It feels like "life goes on." The dialogues between guitar and the piano are remarkable here in this piece. The changes in the tension are controlled by Magnus Öström. As in almost all pieces, our great drummer is steady at the back and in front of everything.

All the compositions in the album belong to Magnus Öström.

The album is recorded by Janne Hansson at Atlantis Studio in Stockholm within four days of 2013. There are also some records made by Magnus Öström himself in Islandstream Studios. In the mixing we see a familiar name from E.S.T., Åke Linton from Bohus Sound Recording. Mastering is made by Classe Persson at CRP Recording. There is also a vinyl record released from ACT. 

You can see details and listen to some samples from webpage of ACT
https://www.actmusic.com/en/Artists/Magnus-Oestroem/Double-Vinyl-Searching-For-Jupiter/Double-Vinyl-Searching-For-Jupiter-Vinyl 


You can also have a look at Magnus Öström's own website