Bu yazıda katılabildiğim Akbank Caz Festivali konserleri hakkında kısaca bilgi vereceğim. Aslına bakarsanız yazacak fazla bir şey bulamamıştım; ama kısaca notlar düşme gerekliliği gördüm.
Lizz Wright'ı gerçekten yıllardır dinlerim. 25 Ekim Pazar günkü konser öncesi beklentim çok yüksekti ama hem yeni albümdeki parçaları hem de özellikle arkasındaki grubun performansını ve kalitesini yeterli bulamadım. Her ne kadar konser ilerledikçe sound biraz daha oturmuş olsa da, özellikle davul tarafı oldukça sıkıntılıydı. Gitar her ne kadar groovy zıplamalara imza atmış olsa da oldukça sıradandı. Sanırım beğendiğim tek performans o duru ve güçlü sesiyle biste verdiği solo kısımdı. Bu arada benim takip edebildiğim kadarıyla Lizz Wright'ın istemesine rağmen bir türlü gelmeyen gitarı, (veya başka bir şey ya da soğukla ilgili bir işaret, açıkçası tam anlayamadım) devamındaki moral bozukluğu ve devamlı üşümesi de dikkatimi çok dağıttı.
John Scofield ve Joe Lovano'nun önderliğindeki quartetin -hem de davulda Bill Stewart varken- belirli bir seviyenin altında kötü bir performans vermesi neredeyse mümkün değil. Müzisyenler bu kabullenmenin yersiz olmadığını performansları ile bize gösterdiler. Yeni albüm Past Present sunuldu konserde genel olarak. John Scofield'ın eşsiz tonu yine reverb olmadan zımba misali yerimize sabitledi bizleri. Lovano'nun enerjisi ise inanılmazdı. Bill Stewart'ınkiler kadar keskin ve zamanlaması mükemmel vuruşlar ve bir o kadar keyifli sololar her zaman karşılaşacağımız şeyler değil. (Ben Street'in kontrbas icrasında sıkıntı olmasa da salonda pek duyamayışımız biraz sıkıntı oldu.) Yine de ustaları kendi liglerinde değerlendirmek ve bir üçüncü dünya ülkesi dinleyicisi gibi bakmamak lazım icralarına. Ne demek istiyorum? Yeni albümün ve bu performansın sanatçıların şimdiye kadar gördüğümüz yaratımlarına çok bir şey eklediğini söyleyemem. Örneğin John Scofield'ın 2011'deki Gospel konseptli albümü ve İstanbul konseri hakkında yazılacak çok şey bulabilirken, 25 Ekim Pazar günkü CRR İstanbul konseri için John bildiğimiz John diyebiliyoruz. Bu herkes için ne kadar sıkıntı bilemem ama benim için sıkıntı. Yaratabilmek, sadece ticari kaygılar gütmeden bir albüm için bir araya gelebilmek ve yoğunlaşıp yeni bir şeyler ortaya koymak bence önemli.
Marc Sinan ve Oğuz Büyükberber, 27 Ekim'de Akbank Sanat'ın küçük ama kalifiye salonunda -müzisyenlerin daha önceki performanslarından ve albümlerinden tahmin ettiğim doğrultuda- atonalitenin (Marc bunun için intuitive tonality diyor), elektronik katkının ve asimetrik eşliğin bir araya geldiği duo gitar & klarnet konserleriyle karşımıza çıktılar. Marc Sinan'ı ECM vesilesiyle Fasıl albümünden beri takip edebiliyorum. Alan kayıtları yapan, Almanya'daki çağdaş müzik ortamında özgürce doğaçlayabilen ve bestelerinde gerçek hikayeleri tema edinen iddialı bir gitarist. Oğuz Büyükberber'i hiç canlı dinleyememiştim ama Amsterdam'ın etkisiyle de, onun da özgür doğaçlama ile yakından ilgili olduğunun farkındaydım. Sıradışı ve çarpıcı bir konserdi. Elektronik katkı ve yönlü dinletilen insan sesleriyle bir çağdaş sanat müzesinde üzücü insan hikayelerinin resmedildiği bir enstolasyonun önünde gibiydik.
David Murray Infinity Quartet yine tanımıyla bile efsane olabilecek bir kadro: Orrin Evans, Nasheet Waits ve Jaribu Shahid dersem herhalde aynı yorumu size de yaptırırım. Bir de buna müteveffa Mehmet Uluğ'un anısına trombonda Craig Harris'ın da katıldığını düşünürseniz karşımızda yine belirli bir seviyenin altına düşme ihitmali olmayan bir performans beklememiz öyle pek de yanlış bir beklenti olmaz. Ekibin İstanbul'da bu konseptin albüm kaydı için bir araya geldiğini de hatırlatayım. Bu İstanbul'daki caz sahnesi ve Babylon için oldukça önemli. Gel gelelim, her ne kadar özellikle David Murray'in kişisel icrasının ve Orrin Evans ile Nasheet Waits arası enerjik diyalogların çok başarılı olduğunu düşünsem de konseptin ortaya çıkardığı şiirlerle ve vokalle desteklenen bestelerin zaman zaman ustalardan beklenmeyecek sıkıcılıkta olduğunu da belirtmem gerekiyor. Yine de -ben konserin ortasında özel bir problemden dolayı çıktığım için kulağına güvendiğim bir kaç arkadaşıma danışmak zorunda kaldım- sonraki bazı balad beste ve icraların başarılı olduğunu öğrendim. Babylon'un yeni Bomonti mekanı ile ilgili de bir kaç laf etmem lazım. Mekan zaman geçtikçe bence İstanbul'un en önemli performans merkezlerinin başında gelecek ama zaten iddiası da olmadığı ve bir önceki mekandan da anlaşılacağı üzere bir caz kulübü değil ve zaten caz kulübü hacimlerinin oldukça üstünde. Tabii biraz da -her ne kadar difüzörlerle desteklenmişse de- yansımalar hala hissediliyor. Bütün bu özelliklerine rağmen, mekanı, New York'un en güzel bodrum katlarından biri olan görece alçak tavanlı, duvarları tarih kokan Village Vanguard ile kıyaslayan yazıları şaşkınlıkla okuduğumu belirtmek isterim.
Kalmayı planladığım İstanbul'dan erken ayrılmak zorunda kaldığım için Cumartesi günkü Tingvall Trio konserine katılamayacağım ama yazımı okuyan herkese ısrarla tavsiye ederim.