Saturday 30 November 2013

Tord Gustavsen Röportajı - 30 Kasım 2013, Ankara, Türkiye

Tord Gustavsen ile 30 Kasım 2013'te Ankara'da gerçekleşen muhteşem quartet konserinin ardından güzel bir röportaj yaptık. Albümlerini, doğaçlama hakkındaki düşüncelerini, ECM'i, Manfred Eicher'i, cazı ve müzik ile ilgili daha bir çok ilgi çekici konuyu konuştuk. 






F.E: Eğer İstanbul ve Ankara'yı kıyaslarsan, İstanbul'a göre Ankara'da neleri farklı gördün?

T.G: Aslında Ankara'yı o kadar da çok göremedim; ama ilk izlenimlerim İstanbul'un daha kaotik, büyük ve yoğun olduğu yönünde. Ancak ikisini de sevdim...

F.E: Şimdi izninle Türk Müziği ile ilgili temel bir soru sormak istiyorum. Sana "Türk Müziği" dediğimde aklına gelen ilk şey nedir?

T.G: Sanırım aklıma gelen ilk şey dönen bir Sufi'nin dansı. Çünkü bu aynı zamanda görsel bir hatıra benim için. İkinci sırada, ud sanatçıları, flüt, klarnet, ney geliyor. İsimlerini hatırlayamadığım bir sürü halk sanatçısı ile kayıtlarım var aslında. Bunun dışında, ECM'den ud sanatçısı Anouar Brahem ve klarnet sanatçısı Barbaros Erköse ile bir kaydımız var. Gerçekten de en sevdiğim ECM albümlerinden biridir bu.

F.E: O zaman, bakış açın ECM'den bildiğin müzisyenler üzerine kurulu diyebilir miyiz?

T.G: Evet, kısmen.

F.E: ECM dışında başka Türk müzisyen tanıyor musun?

T.G: Bir çoğunu dinledim; ama adlarını hatırlamıyorum.

F.E: Giriş seviyesi okuyuculara müzikal yapıların anlatıldığı bir müzik teorisi kitabında yazarın farklı bestelerin müzikal yapısını tariflerken mimari yapıları kullandığını gördüm. Örneğin, çok katlı büyük saraylar senfoniler için kullanılırken, bir bebop caz üçlüsü mütevazi bir Amerikan kır evine benzetilmekteydi bu kitapta. Peki sen bestelerini tarif etmek için hangi yapıyı seçerdin?

T.G: Bu gerçekten de iyi bir soru. Belki de bestelerin kendileri - çoğu - klasik tanımda besteden çok yazılmış şarkılar gibi. Bütün besteler melodik hareketlerin ve armonik manzaraların küçük hücrelerinden geliyor. Bazılarını oldukça basit - neredeyse sessiz - yapmayı severken bazılarında müzikal mimarinin daha geniş formlarını inşa ettik. Bunu spontane yapıyoruz; bu yüzden bir gün yaptığımız sadece dağlarda meditasyon yapabileceğiniz küçük bir mağara, diğer bir gün...

F.E: Modern Sanat Merkezi?

T.G: Evet, olabilir. Çok odalı bir sanat merkezi. Çünkü besteler bazen farklı bölümlerden oluşabiliyor - bazen odalardan biri eşliksiz bir bas solosu, diğeri ise geniş bir saksafon-piyano kolektif doğaçlaması haline geliyor ve ardından küçük hücreye geri dönebiliyoruz. Tabii ki benim için sessizliğe dokunabildiğiniz ve meditasyon yapabileceğiniz bir kilise, şapel veya küçük bir camidir bu sorunun cevabı. Bana göre müzik yapmanın en iyi metaforu budur ve bir çok şarkı için de böyle.          


F.E: Bu da müthiş bir cevap. Bir çok caz müzisyeni müziğini sunarken çok farklı konfigürasyonlar denemekte: solo, duo, trio, quartet... Senin durumunda vokal eşlikli bir duo, temel bir üçlü, saksafon eklentili bir dörtlü, ve vokal eklentili daha geniş bir topluluk görüyoruz. Sanırım bir caz müzisyeni olarak doğaçlama yapmayı seviyorsundur ve belki de doğaçlama cazın merkezinde durmakta. Doğaçlamaya bağlı olan gücünü ve dinleyiciye yüklediğin enerji seviyesini düşünürsek, hangi konfigürasyonda kendini daha rahat ve kendin gibi hissediyorsun?

T.G: Bu çok zor bir soru. Hissettiğim, her konfigürasyonun kendi özgünlüğüne sahip olduğu ve her konfigürasyonun bir kimliği veya doğaçlama özgürlüğü içerisindeki yaklaşımı kristalize etme ile açıklık veya ani değişimler arasında kendi dengesini bulduğu. Bu, kimlik oluşturma ile doğaçlama özgürlüğü arasındaki diyalogu devam ettirmekte. Bahsettiğim şey, farklı müzik gruplarında farklı yollardan oluşmakta ve bence bu çok etkileyici bir süreç. Gerçekten iyi düzenlemelerin ve her akşam benzer yollarla çalmanın güzel dengesini seviyorum ama aynı zamanda her gece farklı bir yol bulmanın özgürlüğüne de ihtiyacım var. Yani bu olabildiğince özgür olma meselesi değil. Bu özgürlük ve form veya özgürlük ve yapı arasında iyi bir sentez bulma meselesi. Bence quartet bunu yapmanın yollarından biri. Oldukça uzun süre neredeyse sadece trio çaldım ve bu önemli bir dönemdi. Ancak triomuzdaki basçımızın vefatından sonra, yeni bir basçı ile başka bir trio kurmak çok da doğru gelmedi bana. Bir süreliğine yeni bir enstrüman ekleyip yeni bir ses ortaya çıkarmanın daha doğru olduğunu düşündüm. Aslında dörtlünün basçısı Mats Eilertsen ile gelecek yıl çıkacak olan albüm dahilinde bazı trio besteler de çaldık. Yani, piyano üçlüsüne dönüş var gibi. Bu albüm trio ile başlayıp, trio ile sona eriyor. Bunun ötesinde, bir müzisyen olarak kalbimde karşılıklı duo müzik çalımının olduğunu düşünüyorum. Duo'da gerçekleştirilebilen zamanın esneyebilmesi olgusu benim için çok temel bir tutku.

F.E: Duoları sadece Solveig Slettahjell gibi vokaller ile mi gerçekleştirdin?

T.G: Evet, duolarımın çoğu vokallerleydi - Siri Gjære, Kristin Asbjørnsen ve şimdi Solveig Slettahjell – ama aynı zamanda Tore Brunborg ve bir kaç diğer enstrümanistle de duo çalışmalarım oldu.

F.E: Sanırım aynı zamanda Silje Neergard ile de çalışmalarınız var. Bütün çalışmalarını göz önünde bulundurduğumda Silje Neergard ile olan çalışmalarını cazdan daha çok biraz daha popüler ve eğlence tarafında gördüğümü söyleyebilirim. Silje ile olan çalışmalarını sen nasıl değerlendiriyorsun?

T.G: Benim için çok önemli bir dönemdi; uluslararası etkiye sahip olan ilk grup çalışmamdı. Dünyanın bir çok yerinde bir sürü tur, size kısa bir süre için verilen yeri değerlendirme yeteneği ve tam orada o sırada bir şeyler söyleyebilmek... Oradaki kısa piyano soloları... Benim için bunu yapmak ve bir şeyi doğrudan söyleyebilmeyi öğrenmek çok önemliydi. Bu konunun bir yönü. Başka bir önemli yön ise, Silje gerçekten çok iyi orta tempo besteler ve baladlar yazar. Bu nedenle her ne kadar albümümde Kristin Asbj
ørnsen için yazdığım veya Solveig ile yaptığım besteler kadar kalbime yakın hissetmesem de onun bestelerini gerçekten severim. Ancak hızlı parçalara geldiğimizde, ben müzikal enerjiyi düşük hızlardan başlayarak kurmayı seviyorum. Bu enerji sessizlikten gelmeli. İşte o zaman en yukarıya kadar çıkabiliyorum ve bu Silje'nin tarzı değildi; onun hızlı tempodaki eserleri belki de biraz eğlence tarafında.

F.E: Ama Solveig ile olan çalışmaların tümden farklı. İkiniz de kilise kültüründen geliyorsunuz. Bence beraber çalışırken kendinizi evde, hatta çocukluğunuzda hissediyorsunuz.

T.G: Ah, evet!

F.E: Ve sanırım, bir önceki albüm Natt i Bethlehem ve yeni albüm Arven'de Solveig ile beraber Norveçli trompet sanatçısı Sjur Miljeteig de sizinle beraberdi.

T.G: Evet; ama sadece bir kaç parçada. Bunun yanında müthiş bir keman sanatçısı olan Norveçli Nils Økland da bu yeni albümde bir kaç parçada bizimle beraberdi.

F.E: Peki bu albümler daha uluslararası bir firmadan çıkacak mı?

T.G: Zannetmiyorum, çünkü bütün sözler Norveççe.

F.E: Norveçli müzisyenlerin uluslararası firmalardan çıkmayan albümlerini bulmaya çalıştığımda genellikle “Curling Legs” adı karşıma çıkıyor. Bu firmanın albümlerini özellikle Türkiye'de bulmak oldukça zor. Senin Curling Legs'ten albüm çıkarıp çıkarmadığını bilmiyorum; ama bana biraz bu firmadan ve Norveç ile olan ilişkisinden bahsedebilir misin?

T.G: Aslında benim hiç kaydım yok onlardan; ama bir çok insanın var. Az sayıda önemli ve çok iyi Norveçli kaydın yapılmasına yardımcı oldular.

F.E: Yani ticari bir firma değiller.

T.G: Değiller ve ne kadar iyi bir uluslararası dağıtım mekanizmaları olduğu konusunda da bilgim yok. Solveig'in ACT firmasındaki bazı eserlerinin lisansı bu firmada. Bu ilk kayıtlar Norveç'te Curling Legs'ten yayımlanmıştı.

F.E: Peki, senin ECM öncesinde Norveç'te herhangi bir firmadan kaydın çıkmış mıydı?

T.G: Benim adım altında bir albüm yok. Başka projelerde bir kaç firma üzerinden bazı kayıtlarım var. Changing Places benim adıma olan ilk albüm ve ECM'den çıktı.

F.E: Bu soru Manfred Eicher ile ilgili olacak. Sanırım ECM firmasının filmi “Sounds and Silence”ı biliyorsundur. Bu filmde bir çok muhteşem ECM müzisyeninin kayıtlar sırasında yaşadığı anlardan da çeşitli sahneler var ve ben bu filmde Manfred Eicher'in müzik kaydetmedeki müthiş obsesyonunu gördüm. ECM müzisyenlerinden Nik Bärtsch'ın da sıkı takipçisiyim ve filmde Nik Bärtsch’s Ronin'in stüdyo kayıtları sahnelerinde Manfred Eicher'in perküsif bir vuruşun nerede başlaması gerektiğini gösterdiğini gördüm. Sanki zamanlama hususunu öğretir gibiydi. Çaldığın müziği göz önünde bulundurduğumda - düşük seviyede, kuyruğu olan, solan ve birbirini bekleyen seslerden kurulu - bence Manfred Eicher'in ses obsesyonu ile çok uyumlusun. Birbirinizi nasıl buldunuz? Sence Manfred senin müziğini kaydedecek en iyi prodüktör mü?

T.G: Bu büyük bir soru! Çoğunu kendi kendimize kaydettiğimiz ilk albümü aslında ilk başta ECM uyumlu bir albüm olarak görmemiştim. Çünkü o sıralar çokça Karayip Müziği ve blues kayıtları dinlemekteydim ve bence trio ile yaptığımız bu ilk işte, bunlardan bazı şeyler bulmak mümkündü. İşte bundan dolayı bu iş ECM'e uymamıştı bence. Ama kaydetmenin de vaktinin geldiğini düşünmüştüm ve bunu Oslo'da Rainbow Stüdyoları'nda gerçekleştirdik. Bir hafta sonra Manfred, aynı stüdyoya başka bir kayıt için gelmişti. Ses mühendisi, Changing Places kayıtlarımızdan bir tanesini Manfred'e çalmış. Süreç, sonrasında Manfred'in beni araması ve albümü yayımlamak istemesi şeklinde devam etti. Geçmişten bugüne baktığımda, estetik anlayışımızın ve çalışımızın, ECM tarihinin bazı parçaları ile rezonans halinde olduğunu ve aynı zamanda ayrı bir yol da ortaya koyduğunu görüyorum.

F.E: Bu albümde her şey ilk kaydedildiği versiyonu ile aynı mı kaldı?

T.G: Stüdyo'da buluştuktan sonra bir kaç parça daha çaldık ve miksajı beraber gerçekleştirdik. İlginç olan takip ettiğimiz müzikal yöndü. Manfred gerçekten bu yönü görmemize yardım etti ve hatta gereksiz hızlı tempo parçalardan ve "Arada hızlı bir parça çal ve dinleyiciyi çok da sıkma." düşüncesinden gelen özgün olmayan kontrastlardan sıyrılmamızı sağlayarak durumu daha da açık hale getirdi. Bu çekirdeğe doğru yol alma ve asıl olanı bulma meselesi. Sadece hissettiklerinizden yola çıkarak çalma çabası gerçek bir mesaj ki burada çok önemli şeyler söyleyebilirsiniz. Size gerekli ve hayati olarak görüneni çalma çabası... Manfred "Bu hızlı tempo parçalar... Bunlar iyi müzik; ama burada çok da hayati değiller. Bunları buradan çıkaralım. Kayıt sadece yavaş olanlardan oluşursa genel olarak daha güçlü olacak" dedi. Ve sonrasında bu gerçekten de müthiş ve şaşırtıcı oldu. Temel olduğunu hissettiğiniz şeyi çalmak… Biz zaten bu doğrultuda gidiyorduk ve ben gerçekten de "biz yavaş parçalar kaydetmeliyiz" diye hissediyordum. Ama bunun aslında bütün her şey olduğunu anlamam gerekiyordu. Ne çeşit dinamikler, ne çeşit kontrastlar veya ne çeşit bir müzikal drama, doğru hissettirecek, içten ve zorlama olmayan bir his uyandıracak, görmeliydik. Ancak ikinci albümden sonra işler genellikle diğer yoldan ilerledi. Manfred sık sık, biz ne kadar basit çalsak da, iniş çıkışları ve dinamikleri teşvik etti. Böylece Manfred’in farklı bir pozisyonu oldu ve müziğimize dışarıdan bakan bir göz oldu. Bu kendimize ve konseptimize meydan okumamız için oldukça faydalıydı.

F.E: Çok mu satmaya çalışıyordu yoksa sizden ne duymak istiyorsa onu mu duymaya çalışıyordu?

T.G: Orada, o an neden hoşlanıyorsa onu duymak istiyordu.

F.E: Peki, dinleyiciyi etkilemek için mi?

T.G: Öyle inanıyorum ki sadece kendisini dinleyici olarak düşünüyor. Ama kayıtla işimiz bittiğinde sipariş sayısını düşünürken "bu iyi bir albüm başlangıç parçası" diyor olabilir. Bilemiyorum; düşünceleri arkada bir yerde ona "belki bir çok insan bunu çok sever" diyordur. Aslında bize bir önceki albümümüzün ikinci parçası olarak garip seslerle dolu tamamen doğaçlama bir eser önerdi ve bu yapabileceğiniz en ticaretten uzak şey. Temel olarak bir albümü parçaları tek tek dinlenecek bir ürün yerine baştan sona dinlenmesi gereken müzikal bir yolculuk olarak görüyor. 

F.E: Sanırım hiç bir müzisyen için genel kurallarını yıkmıyor. Bence Manfred, bir müzik dinleyicisi bir ECM albümü aldığında, hep o alıştığı müzikal yolculuğu yaşasın istiyor

T.G: Evet.

F.E: Sanırım bu güzel röportaja sabaha kadar devam edebiliriz ancak bir yerlerde durmamız gerekiyor. Son olarak, Türkiye'nin özellikle büyük şehirlerindeki kaotik ve hızlı hayatı, Norveç'teki dingin ve yavaş hayatla kıyasladığında, sence Türk dinleyicisinin senin müziğini bu kadar sevmesi garip midir? Bu çelişki hakkında ne düşünüyorsun?

T.G: Bence garip değil; dokunaklı. Bir açıdan bakıldığında müzik yerelleşmiş bir şey; ama aynı zamanda çok küresel bir dil ve dünyanın bir çok bölgesinin halk şarkıları arasında mod ve ölçü benzerlikleri var. Örneğin son günlerde Persli bir müzisyene karşı anlık bir bağlantı hissettim. Bunun dışında da müthiş bir İranlı şarkıcı ile çalıyorum. Bir açıdan kültürel olarak uzak; ama aynı zamanda o kadar doğal hissediyorsunuz ki... Büyük ihtimalle karşınızdakinin içinizde çok derinde bir şey ile rezonans halinde olduğundan veya bütün dinlerin tasarlanmış geleneklerinden dolayı böyle oluyor: Sufi, meditasyonlar, halk müziği teması üzerine kurulu olan Norveç ilahileri.

F.E: Ulusların üstünde bir şey yani…

T.G: Evet. Bunun yanında, sessizlik ve her sesi temizce duymak günümüz modern dünyasında bir çok insanın hasret kaldığı bir şey. Eğer büyük bir şehirde yaşıyorsanız bunu bulmanız çok zor.

F.E: Ses ve Sessizlik…

T.G: Evet ve biz kesinlikle sessizliğin de notalar kadar önemsenebilmesine olanak yaratma çabası içerisinde görev sahibiyiz.

F.E: Muhteşem. Belki de bu yüzden evim, bu gürültülü ve kalabalık şehrimde her zaman kaçıp saklandığım ve sizin müziğinizi dinlediğim yer olmuştur. Bu güzel röportaj ve konserdeki muhteşem performans için teşekkür ederim. Bence, sen ve arkadaşların sayesinde bu sene, Ankara Nordik Müzik Festivali için iyi bir başlangıç oldu.

T.G: Müziğimize olan ilgin için teşekkür ederim, çok dokunaklı.  







No comments:

Post a Comment