Konserden hemen sonra yazıldı bu yazı. Esbjörn Svensson Trio'nun
davulcusu Magnus Öström yeni ekibiyle birlikte mütevvefa Esbjörn Svensson’un
ardından 2011 yılında grubuyla çıkardığı "Thread of Life" albümünü
çalmaya geldi Sakıp Sabancı Müzesi'ne dün gece. Geçen senelerde de caz
festivali kapsamında düzenlenmiş ve hatta EST'nin yaşayan diğer üyesi basçı Dan
Berglund'u misafir etmiş bir oluşum "Caz için Tuhaf Bir Yer"
etkinliği. Bu seneki etkinlikte Magnus Öström ve grubunun ardından önce
Nicholas Payton, David Sanchez ve Stefon Harris ile Ninety Miles, sonra ise
Bugge Wesseltoft'un içine İlhan Erşahin ve Erik Truffaz'ı da dahil ettiği
Bugge'n Friends projesini dinledik. Aralarında ana akım caza en yakın olan
Ninety Miles olarak nitelendirilebilir. İsveçli Magnus Öström ve ekibi Kuzey
Avrupa cazı ile fusion tarzı müziği biraz elektronik katkı ile destekledikleri
bir müzik tarzı sunarken, Bugge Wesseltoft ve ekibi elektronik ve kulüp müzik
dozu bir kademe daha arttırılmış nu caz olarak nitelendirilebilecek yeni bir
disko müziği icra ettiler. Giriş cümlelerimden de anlayabileceğiniz gibi kafam
ve kalbim Magnus Öström ve ekibinin konserinde olduğu için özellikle o konseri
anlatacağım ancak diğer performanslardan da kısaca bahsedeceğim.
Nicholas Payton yeni neslin en önemli trompet sanatçılarından. Hem Payton’un karizmatik şapkası ve gözlükleri ile hem de yaptıkları vibrafon yoğunluklu "old school" yakını caz müzik tarzlarıyla bir önceki gruptan oldukça farklılardı. Genel manada gecenin konukları tarafından vibrafon sanatçısı Steffon Harris’in soloları ilgiyle karşılandı. Saksofoncu David Sanchez ise enerjik sololarıyla seyirciyi sık sık ateşledi. Nicholas Payton ise genellikle oldukça yüksek perdeden ve inanılmaz bir kontrolle çaldığı trompetiyle belki karşı kıyılardan bile dinlenmiştir. Farklı ve can sıkıcı olan başka bir nokta ise bir önceki performansta kurulan mükemmel ses düzeneğinin 30 dakika boyunca bir türlü yeniden bu performans için kurulamamasıydı. Bu bizim canımızdan çok Nicholas Payton'ın canını sıktı diye düşünüyorum. Bir şekilde kurulan düzenekten gelen ses için ise çok iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Özellikle bu tarz ana akim caz performanslarında davul "kick" lerinin bu kadar baskın olmaması gerektiğini ses masasının arkasındaki ilgililerin bilmesi gerekiyor. Tabi buna ek olarak kontrbasın da sesi kısık olursa gerisini siz düşünün. Bütün bunlar kabul edilebilirdi belki ama neredeyse şarkı başına en az bir kere özellikle trompet ve saksofona yüklenildiğinde gelen geri besleme gürültüsü hem dinleyiciyi hem de sanatçıları biraz üzdü. Bütün bunlara rağmen yine de sanatçıların özverisi ve seyircinin ilgisi ile iyi bir performans izlemiş olduk. Sanırım trafikten ve havanın ancak ikinci konser sırasında kararmış olmasından dolayı bu performans bir öncekine göre daha doluydu. Bu performanstan geriye kalan yapıcı eleştirimiz 3 konserin aynı mekanda 3 farklı sahnede hazır sistemlerde yapılması gerektiğidir. Zira, The Seed’de gerçekleştirilen bir sonraki Bugge’n Friends konseri, iyi kurulmuş ses düzeneği ile bu görüşümü desteklemektedir.
Bugge’n Friends konseri, Sabancı Müzesi’nin The Seed adındaki kapalı mekanında yerden koltukların kaldırılıp oldukça özgür bir hale getirilmiş ve iyi ışıklandırılmış ortamında 45 dakika gecikme ile gerçekleştirildi. Daha önceden ACT albümlerinden takip ettiğim kadarıyla neyle karşılaşacağımın biraz farkındaydım ama daha sıra dışı ve gecenin ilerleyen saatlerine uygun daha elektronik yoğun bir müzik bekliyordum. Zira gecenin bu saatine kalanların hem yaş ortalaması düşük hem de alkol seviyesi biraz fazlaydı. Bugge Wesseltoft, İlhan Erşahin ve Erik Truffaz’nın üflemelileri, Joaquın “Joe” Claussell’in elektronik ritimleri, Marius Reksjo bası ve bence harika ikili Erik Holm’un ve Andreas Bye’ın vurmalıları yardımı ile progresif karakteristikle birlikte kulüp müziğinin sınırlarını underground müziğe doğru yasladı. Oldukça minimal ve atonal başlangıçların ardından melodi ve ritimlerin yavaş yavaş örülmesiyle ortaya çıkan müzik dinleyicilerin tansiyonunu devamlı kontrol altında tuttu. Aslına bakarsanız yapılan müziğin çok ilginç bir özelliği daha var, o da şudur; her müzisyen ikili gruplar halinde performans verir gibiydiler. Claussell, Bugge ile, Erşahin, Truffaz ile, Reksjo ise Erik Holm ile… Gerçekten de performans sırasında hem doğaçlama bölgelerinde hem de paslaşmalarda devamlı bir kontak halindeydi bu ikililer. Tek başına performans veren basçıya Türk caz sahnesinin önemli basçılarından Alp Ersönmez de son parçada katılınca o da ikilisini kurmuş oldu. Özellikle Alp Ersönmez’in solosu ile başlayıp bütün müzisyenlerin solo ile bitirdiği son performans gecenin en önemlilerindendi bence. İlhan Erşahin’in ve Alp Ersönmez’in gerçekten çok önemli müzisyenler olduğu vurgulanmalı. İlhan Erşahin’n anlık kararlarla tansiyonu yüksek doğaçlamalara kalkışı ve Alp Ersönmez’in kendine has olduğu çok belli olan bas tonu bana bu yorumu yaptırıyor.
Sonuç olarak, Caz İçin Tuhaf Bir Yer etkinliğinin katılımcılara festival havasında caz ve müzik ile dolu bir gece yaşattı dememize engel bir olay görmüyorum gecede. Geçen hafta yapılan tünel şenliğini de düşünürsek, dinleyicilerimizin daha sessiz ve saygılı olma yönlerinin gelişebilme ve ses düzeneklerinin önceden hazırlanmış olarak beklemesi umuduyla festivallerde bu tarz kesintisiz birden fazla konserin olduğu hatta bütün bir hafta sonunu içine alan festivallerin yapılabilmesini diliyorum.
Oldukça erken gittim konser alanına. Amacım ses kontrolü izlemek
ve fırsat bulabilirsem, kısa süre önce bloğumdaki Esbjörn Svensson Trio
yazılarımla ilgili görüşlerini aldığım Magnus Öström ile yüz yüze görüşmekti.
Girişten hemen sonra sesin geldiği yere doğru ilerledim ve istediğim gibi ses
kontrolü işlemlerini başlarına yakın yakaladım. Henüz setler yeni yeni
kurulmaktaydı Sabancı Müzesi'nin denize bakan ve hemen müze binasının giriş katında
bulunan büyük terasına. 1965 doğumlu bu Kuzey Avrupalı davulcuyu ECHO bu sene
Avrupa’nın en iyi caz davulcusu seçti, dünya çapında onu en yetkin fırça
tekniğine sahip davulcu olarak gösteren eleştirmenler bulunmakta. Esbjörn
Svensson Trio’nun da gelmiş geçmiş en önemli caz üçlülerinden biri olarak
gösterildiğini de hatırlatayım. Yılların Esbjörn Svensson aşkı ile “Thread of
Life” albümünü de hatmetmiş ve çok beğenmiş bir fanatik olarak görevli
arkadaşların şaşkın bakışları arasında 1,5 saat ayakta ses kontrolü izledim tek
başıma. Ses kontrol niye izlenir? Harika ve kusursuz bir performans nasıl
hazırlanıyor acabayı anlamak için izlenir. Ses kontrolsüz çıkılanları bilen
biri olarak aradaki farkı anlamak için izlenir. Magnus Öström sanırım yaklaşık
45 dakika sadece davulunun mekanik ayarlarını yaptı. Albüm yoğun elektronik
katkılı olduğundan ve klavye, hammond, elektrogitar ve bas gitar gibi
enstrümanlar içerdiğinden oldukça hassas delay, reverb, ton ve mikrofonlama
çalışması yapıldı. Grup albümdeki elektronik performansların hepsini tamamıyla
canlı olarak gerçekleştirecekti anlaşılan. Bizim ses ekibi neredeyse bezdi,
ancak ses kontrol sonrası kendileriyle yaptığım kısa sohbette hem grubun
ekipten memnun kaldığını hem de ekibin bu titiz sanatçıların yaptıkları işe bu
kadar severek özen göstermelerinin onlara büyük katkı sağladığını
düşündüklerini öğrendim. Parçaların birçoğu baştan aşağı çalındı provada.
Magnus Öström gerçekten etkileyici bir müzisyen. Konsantrasyonu müthiş. Provada
bile, gözleri kapalı kendinden geçtiği bölümlere tanık oldum. Yeri gelmişken
diğer grup üyelerinden de bahsetmek isterim. Konserdeki ekip piyanist dışında
albümde de çalan ekipti. Tabi albüme Ballad for E için (Esbjörn'ün ardından
ağıt) katılan özel konuklar Pat Metheny ve Dan Berglund'u
saymazsak. Aralarında en yakından takip ettiğim müzisyen İsveç caz
sahnesinde son zamanlarda adını sıkça duyduğum basçı Thobias Gabrielson'du.
Thobias Gabrielson enstrüman olarak yetkin bir şekilde klavye ve trompet de
çalmakta. Gitarda Andreas Hourdakis, piyano ve klavyede ise albümde yer alan Gustaf Karlöf yerine Daniel
Karlsson vardı. Hepsi de oldukça yetenekli müzisyenler ve en önemlisi mütevazi,
cana yakın ve yaptıkları işten zevk alan insanlar. Ses kontrol sonrası sıcak
altında çalışmış olmalarına rağmen benimle konuşmaları, Thobias Gabrielson’un
yeni yaptığı ve kendi altılısına ait albümü bana armağan etmesi, hatta imza
kalemi almak için Magnus Öström'ün soyunma odasına kadar gitmesi ve uzun uzun
blogdaki yazılarım için teşekkür etmesi beni derinden etkiledi. Ben de samimiyeti
biraz arttırıp konser sonrası ekipmanlarını taşımalarına yardım ettim.
Magnus Öström'ün EST'nin 1999 sonrası, elektroniğin yoğun olarak
kullanıldığı dönemine önemli etkisi var. Bu dikkate alınmadığında “Thread of
Life” albümü sadece Esbjörn Svensson karakterinin devamı olarak algılanabilir.
Ancak şunu belirtmekte fayda var; çocukluk arkadaşı olan Esbjörn Svensson ve
Magnus Öström’ün artık ortak bir ses karakteristiğine de sahip olduğu aşikar.
Dan Berglund’un da bu duygu ortaklığında olduğunu eklemeyi unutmayayım. Konu
Esbjörn Svensson Trio’ya gelmişken “Caz İçin Tuhaf Bir Yer” konseptinin Esbjörn
Svensson Trio’nun 2002 baskısı “Strange Place for Snow” albümünden
esinlenildiğini ve bu albümde Magnus Öström’ün davul performanslarının dikkatle
takip edilmesi gerektiğini söylemek isterim. Konser öncesi sohbetimizde de
Magnus Öström’e bu albümde özellikle “Behind The Yashmak” parçasında parçayı
davul ile caz için tuhaf bir yere taşıyorsunuz dediğimde anlamlı bir gülümseme
ile karşılaştım. “Thread of Life” albümüne dönersek, gitar eklentisini ve
basların elektrik olması dışında “Thread of Life” besteler ve ruh açısından EST
albümlerini hatırlatıyor ancak albüm yoğun olarak fusion ve rock etkisi
altında. Bunu da Magnus Öström'ün gençlik yıllarında biraz daha fazlasıyla rock
müzikle ilgili olmasıyla açıklayabiliriz. Albümde Esbjörn Svensson’a isim
olarak da doğrudan adanmış parçalar bulunmakta. Konser sonrası yaptığımız kısa
sohbette Magnus Öström'e diğer parçalardan bazılarının da Esbjörn için
yazıldığını hissediyorum dediğimde bütün albümün aslında bu konseptte
hazırlandığı bilgisini onaylatmış oldum. Bu hissiyatımda Daniel Karlsson'un
gerçekten zaman zaman Esbjörn Svensson’unkine benzeyen tınısının da etkisi var.
Albümde özellikle "Longing" ve "Ballad for E" hem piyano
hem de gitar partisyonları ile gözlerinizden iki damla yaş akmasına sebep
olacak nitelikte.
Konser başladığında seyirciler Magnus Öström'ün küçük gonklara
benzeyen 4'lü zil takımına vurmaya başlamasını prova dahilinde zannetmiş
olabilirler. Ancak elinde shotgun mikrofon ile bu vuruşları loop ekipmanından
geçirerek yavaş yavaş müziği örmeye başladığında albümdeki giriş parçası
Prelude'u dinlemeye başladığımızı anladık biz. İyi hazırlanmanın sonucu olarak
sahneye çıktıktan sonra verilen ilk ses performansın ilk notasıydı. Harika bir
ses dokusu vardı ortamda. Açık havada oldukça kaliteli bir performans
verilmekteydi. Etrafımdaki birkaç dinleyici ile konserden sonra konuştuğumda
çoğunlukla albümden ve bu gece yapılacak müzikten çok haberdar olunmadığını
anladım. Bu sebeple bu girişin ardından ciddi bir silkelenme oldu dinleyicide.
Ama ilk parçanın çok da melodik olmayan ve albüme göre oldukça uzatılan
partisyonları ana akım caz dinleyicilerini biraz korkutmuş da olabilir. Diğer
parçalarla beraber dinleyicinin coşkusu seviye seviye arttı. Longing'ten hemen
önce Magnus Öström ilk kez Esbjörn Svensson dediğinde hem o durakladı biraz,
hem ben yutkundum sessizce. İkinci de ise tutamadım kendimi. "Rest in
Peace Esbjörn Svensson, Rest in Peace!" diye seslendim. Evet, konsere
gidenlere itirafım olsun. Magnus Öström de sahneden çağrıma karşılık verince
konuyu bilen seyircilerden alkış geldi. Magnus Öström'e konser sonrası
tutamadım kendimi kusura bakmayın dediğimde, bilakis çok mutlu olduğunu
öğrendim neyse ki. Konserde hemen hemen albümdeki bütün parçaları dinledik;
Prelude, Afilia Mi, Longing, Ballad for E, The Haunted Thoughts and The Endless
Fall, Weight of Death, Piano Break Song. Sanırım, grubun son performansı Piano
Break, Magnus Öström'ün harika davul partisyonları ve uzun zamandır fırça
kullanımına getirdiği yeni boyut en etkileyici ve akılda kalanlardı. Kuzey
Avrupalılarda sıkça karşılaştığım ilginç zamanlardaki esler, ani tansiyon
değişiklikleri ve bütün bunların baterist tarafından kontrol edilmesi… Hepsi
çok etkileyiciydi. Grubun hep bir ağızdan vokal yaptıkları “Afilia Mi”
performansı da oldukça lirik ve coşkuluydu. Magnus Öström her şarkıyı ismiyle
hatta bazen manası ile dinleyicilere aktardı şarkı aralarında. Mesela Afilia
Mi’yi kızına yazdığını ve parçanın adının Latincede benim kızım anlamına
geldiğini öğrendik. Gitarist Andreas Hourdakis'in Ballad for E'deki
performansı, Daniel Karlsson'un lirik piyanosu ve Thobias Gabrielson’un organik bası
benim dikkatimi çekenlerdendi. Konser sonrası alkışlar uzun sure devam etti.
Gece 3 konserin arka arkaya devam ettiği bir seri halinde planlandığı için
konser ardından yeniden sahneye çıkma ritüeli gerçekleşmedi.
Nicholas Payton yeni neslin en önemli trompet sanatçılarından. Hem Payton’un karizmatik şapkası ve gözlükleri ile hem de yaptıkları vibrafon yoğunluklu "old school" yakını caz müzik tarzlarıyla bir önceki gruptan oldukça farklılardı. Genel manada gecenin konukları tarafından vibrafon sanatçısı Steffon Harris’in soloları ilgiyle karşılandı. Saksofoncu David Sanchez ise enerjik sololarıyla seyirciyi sık sık ateşledi. Nicholas Payton ise genellikle oldukça yüksek perdeden ve inanılmaz bir kontrolle çaldığı trompetiyle belki karşı kıyılardan bile dinlenmiştir. Farklı ve can sıkıcı olan başka bir nokta ise bir önceki performansta kurulan mükemmel ses düzeneğinin 30 dakika boyunca bir türlü yeniden bu performans için kurulamamasıydı. Bu bizim canımızdan çok Nicholas Payton'ın canını sıktı diye düşünüyorum. Bir şekilde kurulan düzenekten gelen ses için ise çok iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Özellikle bu tarz ana akim caz performanslarında davul "kick" lerinin bu kadar baskın olmaması gerektiğini ses masasının arkasındaki ilgililerin bilmesi gerekiyor. Tabi buna ek olarak kontrbasın da sesi kısık olursa gerisini siz düşünün. Bütün bunlar kabul edilebilirdi belki ama neredeyse şarkı başına en az bir kere özellikle trompet ve saksofona yüklenildiğinde gelen geri besleme gürültüsü hem dinleyiciyi hem de sanatçıları biraz üzdü. Bütün bunlara rağmen yine de sanatçıların özverisi ve seyircinin ilgisi ile iyi bir performans izlemiş olduk. Sanırım trafikten ve havanın ancak ikinci konser sırasında kararmış olmasından dolayı bu performans bir öncekine göre daha doluydu. Bu performanstan geriye kalan yapıcı eleştirimiz 3 konserin aynı mekanda 3 farklı sahnede hazır sistemlerde yapılması gerektiğidir. Zira, The Seed’de gerçekleştirilen bir sonraki Bugge’n Friends konseri, iyi kurulmuş ses düzeneği ile bu görüşümü desteklemektedir.
Bugge’n Friends konseri, Sabancı Müzesi’nin The Seed adındaki kapalı mekanında yerden koltukların kaldırılıp oldukça özgür bir hale getirilmiş ve iyi ışıklandırılmış ortamında 45 dakika gecikme ile gerçekleştirildi. Daha önceden ACT albümlerinden takip ettiğim kadarıyla neyle karşılaşacağımın biraz farkındaydım ama daha sıra dışı ve gecenin ilerleyen saatlerine uygun daha elektronik yoğun bir müzik bekliyordum. Zira gecenin bu saatine kalanların hem yaş ortalaması düşük hem de alkol seviyesi biraz fazlaydı. Bugge Wesseltoft, İlhan Erşahin ve Erik Truffaz’nın üflemelileri, Joaquın “Joe” Claussell’in elektronik ritimleri, Marius Reksjo bası ve bence harika ikili Erik Holm’un ve Andreas Bye’ın vurmalıları yardımı ile progresif karakteristikle birlikte kulüp müziğinin sınırlarını underground müziğe doğru yasladı. Oldukça minimal ve atonal başlangıçların ardından melodi ve ritimlerin yavaş yavaş örülmesiyle ortaya çıkan müzik dinleyicilerin tansiyonunu devamlı kontrol altında tuttu. Aslına bakarsanız yapılan müziğin çok ilginç bir özelliği daha var, o da şudur; her müzisyen ikili gruplar halinde performans verir gibiydiler. Claussell, Bugge ile, Erşahin, Truffaz ile, Reksjo ise Erik Holm ile… Gerçekten de performans sırasında hem doğaçlama bölgelerinde hem de paslaşmalarda devamlı bir kontak halindeydi bu ikililer. Tek başına performans veren basçıya Türk caz sahnesinin önemli basçılarından Alp Ersönmez de son parçada katılınca o da ikilisini kurmuş oldu. Özellikle Alp Ersönmez’in solosu ile başlayıp bütün müzisyenlerin solo ile bitirdiği son performans gecenin en önemlilerindendi bence. İlhan Erşahin’in ve Alp Ersönmez’in gerçekten çok önemli müzisyenler olduğu vurgulanmalı. İlhan Erşahin’n anlık kararlarla tansiyonu yüksek doğaçlamalara kalkışı ve Alp Ersönmez’in kendine has olduğu çok belli olan bas tonu bana bu yorumu yaptırıyor.
Sonuç olarak, Caz İçin Tuhaf Bir Yer etkinliğinin katılımcılara festival havasında caz ve müzik ile dolu bir gece yaşattı dememize engel bir olay görmüyorum gecede. Geçen hafta yapılan tünel şenliğini de düşünürsek, dinleyicilerimizin daha sessiz ve saygılı olma yönlerinin gelişebilme ve ses düzeneklerinin önceden hazırlanmış olarak beklemesi umuduyla festivallerde bu tarz kesintisiz birden fazla konserin olduğu hatta bütün bir hafta sonunu içine alan festivallerin yapılabilmesini diliyorum.
Son söz: “Rest in Peace Esbjörn Svensson”
No comments:
Post a Comment